Genel anlamda söylemek gerekir ki kendini övmek ve tavsif etmek genel ve çok kapsamlı bir meseledir. Bunun bazı örnekleri gururun ve benciliğin nişanesidir hepsi değil. Allah ve Allahın hücceti olan kimselerin kendileri övme ve vasıflandırma bağlamında kullandıkları ibarelere dikkat ve teemmül ettiğimizde mütekebbir ve bencil kimselerin kendileri vasıflandırdıklarıyla aslen mukayese edilmeyecek derecede farklıdır. Allah ve Allahın hücceti olan kimselerin kendileri vasıflandırma ve övmedeki niyet ve güdü onların noksanlık ve onların ihtiyaçlarından kaynaklanıyor değildir. Bilakis kendilerini övmek ve tavsif etmedeki niyet insanların feyiz ve berekete ulaştırmak için bir zemine ve ortamın hazırlamalarıdır.
Eğer Allah kur’a’nı kerimde kendini tavsif etmiş ise şunun içindir ki kendi cemal ve celalini insanlar için beyan etmektir. Gurur Allah için aslen söz konusu değil ve anlamsızdır. Zira Allah güçsüz kullarına karşı kendini büyütmeye ihtiyacı yoktur.
- Önsöz:
Burada gururu, ücb, ve her ikisinin kendini vasıflandırma ve övmekle -ister Allah bağlamında olsun ister insanlar bağlamında olsun- olan nisbetini açıklayan bazı ön bilgiler vermeye ihtiyaç var olmaktadır.
Kendini tarif etmek, övmek ve vasıflandırmak çok genel bir makule ve meseledir ki sadece onun bazı çeşitleri noksanlığı ve rezalet ve kötülüğü içerir ve ahlaksızlığa delildir. Gurur, ücb ve bencilik gibi nitelikler olursa bu niteliklerin kaynağına ve mahiyetine bağlıdır. Önemli olan şey şudur ki bu nitelikler hangi niyet ve kast ile yapılıyor olmalarıdır. Gurur ve ücb rezaleti gibi nitelikler kendini vasıflandırmaksızın da kendi kendine var olabilir ve başka amellerde de kendini gösterebilir. Başka bir ifadeyle ne kendini vasıflandırmanın tümü gurura nişanedir ne her sukutta gönül alçaklığın alametidir. Bilakis gurur ve tekebbürlük ve hakeza gönül alçaklık ve tevazu zati manaları vardır. Bunların hakikatlerinde derin düşünmeksizin sadece zahirini görerek ve zahiri bir bakışla kendini vasıflandırmalarının her çeşidini ücb ve gururun ve her çeşit gönül alçaklılık ve tevazuun nişanesidir şeklinde algılamak doğru değildir.
- Gurur ve Ücb:
Gurur asıl itibariyle kandırılmak anlamındadır.[1] Bu tarif esasınca her kim zahiri bir bakış açısı ve cehaletle sapıklıkta olmasına rağmen kendisinin Salih ve hayırlı olduğuna inanırsa gururlu bir kimse sayılır. Hakeza Allahtan bağımsız olarak kendin görüp güzel sıfat ve fiillere sahip olduğu anlayışında olur ve bu nedenle bencil olursa ahlaktaki rezalet sayılan ücbe müptela olmuştur anlamındadır.
- Tekebbür:
Kınanan tekebbürün anlamı şudur ki kişiler cehaletten dolayı büyüklük taslamaktır. Sahip olmadığı sıfatları zorla ve görünürde kendine nisbetlendirir ve diğerlerini küçümsemektir.
- Tevazuu ve Gönül Alçaklık:
Tevazu şu anlamdadır ki kişi sahip olduğu gerçek konumunda karar almak ve değer insanlar gibi kendini Allahın kulu olarak bilmesi ve diğer insanlara karşı gönül alçak ve ihtiramlı davranmasıdır. Bu sıfat insanın kendini ve diğer kimseleri tanıma neticesinde sağlanır ve insanın davranışlarında aşikâr olur. Örneğin muhalifinden de hakkı kabul eder ve özür dileyenlerin özrünü kabul eder.[2]
- Allahın Kendisini Vasıflandırması (Cemal ve Celal Sıfatlarının İzharı ve Tanıtımı:
İnsan sonsuz ve sınırsız kudret ve rahmet, cemal ve celal sıfatlarına haiz olan bir varlıkla irtibata geçmek istiyor ama aynı zamanda bu varlığı tanımaktan aciz olduğunu görüyor ise bu varlığı tanımanın tek yolu bu varlığın kendisi kendini insan için tanıtmasıdır. Buna binaen Allahın insanlarla konuşması ve kendini tanıtması Allahın lütfüdür ve rahmetidir. Örneğin kendisini merhametli olarak tanıtmasıyla yalnız kalmış ve kendi aslından ve hakiki kişiliğinden yabancı kalmış olan kimseleri münacata ve Allah’ı aramaya ve hakikatine varması içindir. Hiç kimse O’nun rahmetinden ümitsiz olmasın diye kendini gafur, insanın günahlarını ve kötülüklerini bağışlayan şeklinde vasıflandırmıştır. İnsan kedisine güvenerek ve ona dayanıp hiçbir şeyden korkmaması için kendini kudretli ve güçlü olarak nitelendirmiştir. Zalimlerin kesinlikle cezalandırılacağı bilinsin ve hiç kimsenin bunda kuşkusu olmasın ve insanın kendisi de adaletli davransın diye kendini kahhar ve zalimleri tarumar edecek şeklinde vasıflandırmıştır. İnsan Allah her mütekebbiri kendi yöntemiyle cezalandıracağına kadir ve bunu gerçekleştirmek için güçsüz olmadığını insana bildirsin diye kendini mütekebbir şeklinde adlandırmıştır. Zira mütekebbir olan bir kimseye karşı tekebbürlü olmak adaletin kendisidir.
Buna binaen eğer Allah kendini tavsif etmiş ise bu kendisini insana tanıtarak cemal ve celal sıfatlarına haiz olduğunu bildirmek içindir. Bu tanıtım kesinlikle kınanan bir durum değildir. Zira Allahın insanlara karşı kendisini büyük göstermeye hiçte ihtiyacı yoktur. (İnsanlara karşı büyüklük taslayarak insanların sırtından geçinmek veya onların yanında konum edinmek için olursa kınanır). Genel anlamda “kendini tavsif etme” meselesinde kınanan ve fasit niyetlerden ve manalardan hiçbirisi Allah için söz konusu değildir. Bu nedenle Allahın kendini vasıflandırdığı her yerde en güzel anlama hamletmek gerekir. Allahın vasıflandırmasında var olan letafetleri ve incelikleri yakalamak için ne kadar uğraşsak yine onları yakalayamayacağız. Bazı nakillerde kendisi de bu bağlamda şöyle buyurmuştur: “Kendimi tanıtmak için âlemi yarattım”.[3] İrfan tabirine göre Allah, “feyiz bağışlama” iktizasınca kendini tanıtmış ve hem tekvin ve hem kelam âleminde kendini aşikâr etmiştir.
- Allah’ı Kendinde Tanıtma (Allahın Hüccetlerinin Kendilerini Tavsif Etmeleri):
Hakeza Allahın velileri kendinden tamamen geçmiş ve fana makamında fani olmuşlardır. Allahın düsturuyla Allahın kendilerine vermiş olduğu nimetleri insanlar için anlatıyorlar. Bu nedenledir ki bu yolla kurtuluş yolunu ve kapısını insanlara aşikâr ediyorlar. Eğer İslam peygamberi (s.a.a.) ve İmamlar (a.s.) ve ariflerin bir kısmı bazı faziletlerini açıklamışlarsa sadece kendilerini tanıtmak içindir. Gözetledikleri hedef insanlar onları tanımakla ki kendileri Allahın bazı ayetleridirler kendine gelsinler ve kesinlikle kendilerini insanlardan üstün görmek için değildir. Eğer bu bağlamda mükellef kılınmamış olsalardı kesinlikle kendi makamları hakkında bir şey söylemezlerdi ve insanları kendi haline bırakırlardı ve bu denli eziyet, inkâr, yalanlanma ve hasadetlere maruz kalmazlardı. Allah u Teâlâ kur’an’ı kerimde peygambere hitaben şöyle buyuruyor: “Rabbinin nimeti hakkında ise konuş”.[4]
Bu değerli ve büyük şahsiyetlerin kendi hakkında söylemiş oldukları şeyler fena makamına vardıktan sonra Allah’ı kendilerinden aşikâr etmeleridir. Kendilerini göstermek ve kendileri için fazilet ve kemali iddia etmek değil, bilakis bunlar fakirlik bağlamında nihayi noktada ve muhtaç ve Allahın kulluğu bağlamında öyle bir merhaleye varmışlardı ki artık benlik kendilerinde söz konusu değildir. Dolayısıyla kendilerinde kibir, bencilik ve gurur şüphesi kendileri için söz konusu değildir.
Günün birisinde birisi imam Hüseyin’e şöyle dedi: “Gerçekten sizde kibir vardır. İmam Hüseyin hayır! zira kibir yalnız Allaha Mahsustur şeklinde cevap verdi ve şöyle devam etti: Ama bende izzet vardır. Allah u Teâlâ şöyle buyurmuştur: Allah içindir izzet ve Onun resulü ve müminler içindir”.[5] Buna binaen imamlar, Allahın velileri ve müminlerin sahip oldukları izzet Allahın izzetidir ki onlarda tecelli bulmuştur. Bu ise kâfir ve Allahtan perdelenmiş kimselerde var olan kibir, gurur ve istikbarlıkla mukayese aslen edilmez. Bunlar çok alçaklıklarından dolayı sürekli insanlardan daha üstün olduklarını isterler ta ki, böylece varlığını ihsas edebilsinler.
Netice:
Yazılan açıklamalara göre Allahın ve Allahın yeryüzündeki hüccetlerinin kendilerini tavsif etmelerinde teemmül edilirse şuna varırız ki bu tavsifler mütekebbir ve bencil olan kimselerin amelleriyle kıyaslanmaz. Allah ve Allahın hüccetlerinin kendilerini tavsif etmelerinde noksanlık ve ihtiyaçlarından dolayı değildir. Belki kendilerini tanıtmak ve kendilerini aşikâr etmektir. Ve bunun arkasındaki niyet insanlara feyiz ulaştırmak için ortam hazırlamaktır.
[1] G-r-r, garrehu yeguruhu ve garren ve garreten, fe huve magrurun ve garirun: onu kandırdı ve batılı kendisine yedirdi”. (“lisanu’l - Arap”, c. 5, s. 11.
[2] Hace Abudullah Ansari, “Menazilu’s- Sairin”, Tahran: Darul-İlmi, 1417, kameri, s. 78.
[3] İbni Arabi, “el-Futuhat”, c, 328.
[4] Duha, 11.
[5] MECLİSİ, “Biharu’l- Envar”, Beyrut: Müesese’i el-Vefa, 1404, c, 24, s. 325.