Maide suresinin üçüncü ve altmış yedinci ayetleri birbiriyle özel bir irtibat taşımaktadır; muhtevaları, tarihi Ğadir Hum hadisesi, bu ayetlerin nüzul sebebi ve bu mesajın Müslümanlara iletilmesinin önemine dikkat etmek suretiyle mesele aydınlanmaktadır. Birbiriyle irtibatlı olan bu iki ayetin Kur’an’da neden fasılalı olarak yer aldığı hususunda ise bir takım noktalar zikredilebilir: Birincisi, ayet ve surelerin tertibi onların nüzul tarihi esasınca değildir. Yüce İslam Peygamberinin gördüğü maslahat ve emri uyarıncadır. Diğer bir ihtimal, Kur’an’ın tahrif edilmesini ve bu ayetlerin silinmesini önlemek için onları diğer ayetlerin aralarına dizmiş olmalarıdır. Böylece İmam Ali’nin (a.s) velayet ve imamet konusu, tıpkı nefis ve çok değerli bir şey gibi kendisi kadar değerli olmayan şeyler arasına konarak dikkat çekmemesi sağlanmıştır. Burada da mevzu bu kabildendir. Üçüncü ihtimale göre ise bir ayetin önceki ve sonraki ayetler ile irtibatlı olmamasının nedeni konudan uzaklaşmaktır; yani Kur’an bir konuyu açıklarken herhangi bir maslahattan ötürü sözü değiştirmiş, yeni bir konuya değinmiş ve sonra da önceki konuya dönmüştür!
Uygun bir cevaba ulaşmak için iki mihverin incelenmesi gerekmektedir:
1. Maide suresinin üçüncü ve altmış yedinci ayetlerinin irtibatı nasıl ve nedendir?
2. Belirtilen iki ayet arasındaki fasıla ne içindir?
Birinci mihver: Yüce Allah Maide süresinin altmış yedinci ayetinde şöyle buyuruyor: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.” Şii ve Sünni müfessirler ve Müslüman biyografi yazarları bu ayetin Ali b. Ebi Talib’in Allah Resulü’nden sonra Müslümanların imamlık ve önderliğine atanması hakkında nazil olduğunu yazmışlardır.[1] Ayetin içeriğinden bu ayetten önce Allah’ın çok önemli bir mesajı Peygambere (s.a.a) bildirdiği, Peygamberin onu açıkça ilan etmekten çekindiği ve halkın menfi tepkisiyle karşılaşmaktan ve dinin ikiye bölünmüşlük yüzünden tehlikeye düşmesinden korktuğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu ayette eğer bu mesajı ilan etmezse risaletin aslını yerine getirmemiş olacağı vurgulanmıştır. Yüce Allah bu vurgulamayla birlikte elçisine halkın tepkisinden koruyacağına dair güvence vermiştir. Belirtilen ayetin Peygamberin nübüvvetinin son yılı ve veda haccında–yani yüce peygamberin yirmi iki yıllık risaletinden sonra-, İslam’ın büyük bir güç ve görkem taşıdığı ve de Arap yarımadasının büyük İslam önderinin elinde olduğu bir durumda nazil olduğu göz önünde bulundurulursa, böyle bir sert üslup ve vurgulamayla Peygamberden ilanı istenen mesajın ne olduğu ve neden kendisinin onu ilan etmekten çekindiği bilinmelidir. Yanıt şudur: -Ehli Sünnet ve Şia rivayetleri esasınca- İslam tarihi, bu mesajda Allah Resulü’nün (s.a.a) gayet açık bir şekilde halifesi Ali b. Ebi Talib’i halka tanıttığına ve halkı ona itaat etmeye yönlendirdiğine kesin bir şekilde tanıklık etmektedir. Neden Peygamber bu mesajı ilan etmekten çekiniyordu? Ali b. Ebi Talib (a.s) Peygamberin damadı ve amcası oğlu olması nedeniyle Allah Resulü (s.a.a) halkın kendi sözlerini kabul etmeyeceğinden ve onların Peygamber kendi menfaat ve faydasını gözetiyor ve ailesini halka dayatıyor demesinden korkuyordu. Buna ek olarak onların bazıları Ali’yi (a.s) sevmiyordu; zira Ali değişik savaşlarda bazı müşrikleri öldürmüştü ve onlar da söz konusu müşriklerin akrabalarıydı.[2]
Ğadir Hum Vakıası: Peygamber (s.a.a) Hicretin onuncu yılında hac ibadetini gerçekleştirmek için Mekke’ye doğru yola çıktı. Değişik noktalarda bulunan Müslümanlara bu yolculuğa eşlik etmeleri daha önce bildirildiğinden birçok grup bu kervana katıldı. Bunların sayısının doksan bin ila yüz yirmi bin olduğuna dair nakiller yapılmıştır. Netice itibariyle Peygamber hac amellerini yerine getirdikten sonra Medine’ye dönüş yolunda on sekiz Zihacce Perşembe günü Ğadir Hum bölgesine yakın bir yere yaklaştı. Bu bölgede yollar birbirlerinden ayrılıyordu. Bir yol kuzey tarafından Medine’ye, bir yol doğu tarafından Irak’a, bir yol batı tarafından Mısır’a ve bir yol da güney tarafından Yemen’e çıkıyordu. Böyle bir yerde risaletin en hayati vazifesi ve İslam’ın beka güvencesinin resmi olarak ilan edilmesi gerekiyordu. Bunun için Peygamber eşlik edenlerin durması emrini verdi. Öne geçmiş olanlar döndü, arkada olanlar ulaştı ve hepsi Ğadir Hum’da bir araya geldiler. Yapılan ön hazırlıklar ile Peygamber (s.a.a) bir konuşma yaptı ve devamında şöyle buyurdu: Şimdi aranızda bırakacağım bu iki değerli ve paha biçilmez şeye karşı nasıl davranacaksınız?! Birincisi, büyük emanet yani bir tarafı Rabbin ve diğer tarafı da sizin elinizde olan Allah’ın kitabıdır. Sapmamanınız için ondan el çekmeyin. İkincisi ise benim ailemdir. Allah, cennette bana ulaşıncaya dek bu ikisinin birbirinden asla ayrılmayacaklarını bana bildirmiştir. Aniden Peygamberin kendi etrafına baktığını, Ali’yi görmesiyle onu çağırdığını, onun elini tutup yukarıya kaldırdığını gördüler. Herkes onu görüp tanıyınca da o zaman şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.” (Bu cümleyi üç defa tekrar etti)… Sonra da hazır olanlar burada olmayanlara bu mesajı iletsin, diye buyurdu. Böylece Peygamberin (s.a.a) konuşması sona erdi ve Ali’nin (a.s) velayetinin ilanı yerine getirilmiş oldu. İnsanlar henüz dağılmamışken Cebrail nazil oldu ve Maide süresinin üçüncü ayetini Peygambere (s.a.a) okudu: “Bugün kâfirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.”[3] Allah Resulü (s.a.a) bu ayetin inmesiyle tekbir getirdi ve Allah’a dini kemale erdirdiği, nimeti tamamladığı ve de Muhammed’in elçilik ve Ali’nin de velayet ve imametine rıza gösterdiği için teşekkür etti. Dolaysıyla kısa ve özet olarak aktardığımız İslam tarihindeki bu önemli olay sayesinde Maide suresinin altmış yedinci[4] ayetiyle bu surenin üçüncü[5] ayeti arasındaki irtibat aydınlanmış olmaktadır. Neden Kur’an’da bu iki ayet arasına fasıla konduğu sorusuna gelince ise, ilk önce şunu söylemek gerekir: Müfessirlerin belirttiğine göre Kur’an ayetleri ve aynı şekilde sureleri nüzul tarihi esasınca toplanmamıştır. Aksine Medine’de nazil olmuş birçok sure Mekke’de nazil olmuş ayetleri kapsamakta ve aynı şekilde Medine’de nazil olmuş bir takım ayetler de Mekke’de nazil olmuş bazı surelerin arasında bulunmaktadır. Bu gerçek göz önünde bulundurulduğunda Kur’an’da bu iki ayetin birbirinden ayrı olması şaşırtıcı değildir (elbette her suredeki ayetin yerleştirilme tarzı sadece Peygamberin (s.a.a) direktifleriyle gerçekleşmiştir). Evet, eğer Kur’an ayetleri nüzul tarihi esasınca toplanmış olsaydı bu eleştiri geçerli olurdu. İkincisi, Ğadir ayetinin helal ve haram yiyecekler ile ilgili hükümlerin arasına konması, onu tahrif ve silinmeden korumak için de olabilir; zira daha az dikkat çekmek için nefis bir şeyi korumak gayesiyle onu kendi düzeyinde değerli olmayan başka şeyler arasına koymak oldukça yaygındır![6] Bundan dolayı eğer bir kimse, tebliğ ayeti ehli kitap hakkında bir takım hususları açıklayan ayetler arasında yer aldığından ehli kitapla ilgilidir derse, bu söz zorunlu olarak doğru değildir! Zira Kur’an ayetlerinin nüzulü ve surelerin tamamlanması deyim yerindeyse tevkif edilmiş bir husus olup Allah Resulü’nün (s.a.a) uygun gördüğü şekliyle gerçekleşmiştir. İrtibatın olmadığı varsayılsa bile ayetler arasında bağımsız olarak bir ayetin yer alması konudan uzaklaşmak için olabilir; yani Kur’an asıl bir meseleyi açıklarken herhangi bir maslahattan ötürü sözü kesmiş, muhatabın zihnini yeni bir konuya yönlendirmiş ve sonra da yeniden önceki söze dönmüş ve onu sürdürmüş olabilir.[7]
[1] Tefsir-i Ayyaşi, c. 1, s. 331, Müsned-i Ahmed, s. 118 ve 321 ve…
[2] Mecmeu’l-Beyan, c. 3, s. 223.
[3] A.g.e, c. 3, s. 159; el-Mizan, c. 5, s. 205.
[4] Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.
[5] Bugün kâfirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.
[6] Tefsir-i Numune, c. 4, s. 269.
[7] Tefsir-i Keşşaf, c. 2, s. 97.