Şia tefekkürünün temeli ve Şia ilimlerinin hepsi Kuran’ı Kerim’den alınmıştır.
Kuran’ı Kerim’in ayetlerinden anlaşılan anlamı ve Resulü Ekrem’in söz ve davranışlarını ve hatta takrirleri (bir davranış karşısında onu onaylarcasına susmasını) hüccet bilir ve yine masum İmamların (a.s) sözlerini, davranış ve takrirlerini de hüccet bilmektedir.
Kuran akli delillendirmenin huccet olduğunu açıklamanın yanında iç sezgi yolunu da tekit konusu karar kılmıştır.
Böyle bir tefekkürün elde edilme yolu aşağıda yer alan maddelerde özetlenmiştir:
1- Allah Teâlâ’nın vahdaniyetine, O’nun eksik sıfatlardan münezzeh olduğuna ve kemal sıfatlarını taşıdığına inanmak.
2- Husn ve kubh-i akli’ye inanmak ve aklın, ilahi makamın kabih (çirkin) işleri yapmayacağını derk ettiğine inanmak.
3- Peygamberlerin masum olduklarına (günahlardan korunmuş olduğuna) ve İslam’ın Resulü Mükerrerminin hatemiyetine (onunla birlikte nübüvvetin son bulduğuna) inanmak.
4- Peygamber Ekrem’in yerine geçecek şahsın, yalnızca Allah ve Peygamber Ekrem’in kanalıyla belirlenip tayin edileceğine veya bir önceki İmamın belirleyip tayin etmesiyle mümkün olacağına inanmak ve Peygamber Ekrem’den sonra onu yerine geçecek on iki şahsın, birincisi Ali b. Ebi Talip (a.s) ve sonuncusu, şuan hayatta olan ve İlahi emrin bekleyicisi olan Hz Mehdi (a.s) olduğuna inanmak.
5- Öldükten sonra hayatın varlığına ve insanın amellerinin karşısında mükafat ya da ceza göreceğine inanmak.
Bu sorunun ayrıntılı cevabı, ciltler dolusu birçok kitabın yazılmasını gerektirir. Ancak özet bir şekilde, aşağıdaki noktalara değinmekle yetineceğiz:
1- Şia’nın ilimleri elde etmede yegâne kaynağı:
Gerçekte Şia’nın ilimleri elde etmede dayandığı temel kaynağı “Kuran’ı Kerimdir.”Kuran’ Kerim, daima ve her zaman, Peygamber Ekrem’in nübüvvetinin ispatlanmasında kesin bir senettir ve onun içeriği ise İslam’a davettir. Elbette sadece Kuran’ı Kerimin kaynak olması başka şeylerin hüccet olmasını ortadan kaldıracağı anlamına gelmez; açıkladığımız gibi, Kuran’ı Kerim’in kendisi, başka kaynakları da bize tanıtır.
2- Mezhebi Tefekkür İçin Kuran Aracılığı İle Ortaya Konulan Yollar:
Kuran’ı Kerim, dini hedeflere ve İslami ilimlere ulaşıp derk etmek için, kendi takipçilerinin ulaşabileceği üç yol karar kılmıştır.
A)- Dindeki Açıklamalar:
Şöyle ki; Kuran’ı Kerim’im kendi açıklamalarıyla insanların hepsine hitap ettiğini ve birçok yerde her hangi bir delil ortaya koymadan sadece tevhit, nübüvvet ve meat gibi itikadi inançlara dayanarak namaz, oruç ve diğer pratik hükümlere emretmekle ve bazı amellerden de nehyetmekle yetindiğini görüyoruz. Eğer bu lâfzî açıklamaların hücciyeti olmasaydı, hiçbir zaman toplumdan bu buyrukların kabul edilmesini istemezdi.
Elbette dindeki açıklamalar Kuran’ın ayetleriyle sınırlı değildir Peygamber Ekrem Hz. Muhammed’in (s.a.v) açıklamaları, davranışı ve kabullenişi (takriri) de Kuran’ın zahiri ayetlerinin açıklanması üzerine hüccettirler. “Andolsun Allah’ın elçisinde sizin için en güzel örnek vardır.”[1]
Aynı şekilde Peygamber Ekrem’den (s.a.a) kesin tevatür yoluyla gelen bir hadise göre; Ehli Beyt’in sözleri, davranış ve takriri İslam Peygamberinin sözleri, davranış takriri gibidir ve kendisinden sora bu vazife Ehli Beyti’nin omuzlarındadır.
Ancak sahabeden nakledilen hadislere gelince, bunlar Peygamber Ekrem’in (s.a.a) söz ve fiillerini yansıttığı ve Ehli Beyt’le çelişmediği müddetçe kabul edilebilir ve eğer sahabenin kendi şahsi görüşünü içeriyorsa hüccet sayılmazlar yani diğer Müslümanların söyledikleri sözler hükmündedir. Sahabelerin birbirleriyle bu temel üzere muamele etmeleri, bu konunun delilidir.
B)-Akli delil:
Kuran’ı Kerim’in birçok ayetleri insanı akli hüccete doğru yönlendirir ve insanları kendi nefislerinde ve dış âlemdeki belirti ve alametleri tefekküre, akletmeye ve düşünmeye davet eder ve kendisiden hakikatleri bulması konusunda akli delile başvurmasını ister.
Kuran’ı Kerim öncelikle İslami kabul ediniz sonra akli çıkarımlarda bulunarak söz konusu ilimleri elde ediniz demez kendi gerçekleri konusunda kendine tam bir güvenle; akli çıkarımlar İslam’ın temelini bularak kabul ediniz, buyurur. Öncelikle iman edin sora da imanınıza uygun deliller getirin demez. İnsanın Allah vergisi kendi görüşleriyle ispatladığı akli delilleri “burhan” ve “cedel” olmak üzere iki kısımdır. “Burhan” mukaddimelerini gerçeklerin oluşturduğu bir huccettir. Başka bir tabirle, insanın Allah vergisi olan kendi şuur ve bilinciyle, üçün dörtten daha küçük olması gibi derk edip tasdik ettiği önermelerdir. Bu tür düşünce akli bir tefekkürdür ve bu tefekkür, yaratılışın kaynağı, dünyanın ve âlemlerin sonu gibi varlık âleminin külliyatı konusunda gerçekleşmesi durumunda “felsefi tefekkür” olarak adlandırılır.
“Cedel” ya tamamı ya da bir kısmı öncüllerinin meşhurattan (halk arasında belirgin olan önermelerden) ve müsellemattan (sabit gerçeklerden) alındığı bir hüccettir. Kabul edilen din ve mezhepler arasında genellikle mezhebin içinde mezhebin görüşlerini o mezhebin sabit gerçekleri (müsellematı) esasınca ispat ederler. Kuran’ı Kerim her iki yöntemi de kullanır Çünkü öncelikle:
Varlık âleminin bütününde, dünya düzenin tamamında ve gökyüzünün düzeni, yıldızlar, gece ve gündüz, yeryüzü, hayvan, insan ve bunların dışında kalan özel sistemler konusunda özgürce düşünmeyi emrederek çok açık bir ifadeyle araştırıcı özgür aklı övmektedir.
İkincisi: Genellikle kelâmi bahisler olarak adlandırılan cedele dayalı akli tefekkürü, en güzel şekilde ( hakkı ortaya koyma amaçlı ve inatçılık olmaksızın[2] güzel bir ahlakla) olması şartıyla, emretmektedir.
İslam’da felsefi ve kelami tefekkürde Şia’nın öncülüğü:
Peygamber Ekrem’in (s.a.a) sahabesinin eserlerini bilen kimseler, ulaşılması mümkün olan sahabenin onca eserleri ve hadisleri arasında, İslam felsefesini içeren tek bir sözün bile nakledilmediğini bilirler. Ama Emirü’l-mümin Ali b. Ebi Talib’in (a.s) İlahiyat konusunda son derece ince felsefi düşünceyi ortaya koyması oldukça enteresandır.
Sahabe tabiin ve sonuç olarak o dönemin arabı, felsefi özgür düşünceyle hiçbir şekilde tanışıklığı yoktu ve hicri ilk iki asırda bilim adamlarının sözlerinde felsefi araştırmanın tek bir örneği dahi görülmemektedir. Yalnızca Şia önderleri, özellikle birinci ve sekizinci Şia İmamları, derin açıklamalarında sonsuz bir felsefi düşünce birikimine sahiptirler ve bu yüce imamlar kendi talebelerinden bir gurubu, böyle bir düşünme tarzıyla aşina etmişlerdir.
Felsefi tefekkür, her ne kadar hicretin üçüncü asrının başlarında Yunan eserlerinin tercüme edilmesiyle Müslümanların geneli arasına girmişse ancak Ehl-i Sünnet arasına yedinci asırdan sonra varlığını sürdürememiş ve Endülüslü, İbni Rüşt’ün vefatıyla felsefe de Ehl-i Sünnet camiası arasından gitmiştir. Ancak Şia camiası arasında hiçbir zaman bu tefekkür kaybolmamıştır. Bu tefekkür tarzının Şia arasında kalmasının tesirli etkenleri, Şia önderlerinin bize bıraktıkları ilmi ve felsefi birikimleridir. Konunun açıklanması için Ehl-i Beytin (a.s) ilmi birikimleriyle, tarih boyunca yazılan felsefi kitaplarını karşılaştırmamız yeterlidir; zira gün geçtikçe felsefenin, söz konusu ilmi birikimlere çok daha yaklaştığını, hicri on beşinci asırda ise, takriben birbiriyle uyumlu hale gelip, bazı tabirlerin haricinde aralarında ihtilafın kalmadığını çok açık olarak görmekteyiz.
C)- İlahi Sezgi:
Kuran’ı Kerim açık bir dille, hakiki ilimlerin tamamının tevhitten yani Allah’ı tanımadan kaynaklandığını ve Allah’ı tanımanın kemalini, her şeyi unutarak bütün fikrini daha yüce bir âleme yönlendiren, ihlâs ve kulluk etmekle Yaratıcının tertemiz nuruyla fikir ve ruhunu aydınlatan kimselere ait olacağını belirtmektedir. Zira bu kimseler, “ihlâs ve kulluğun” etkisiyle kesin bilgiye ulaşmırlar ve melekut aleminin sırlarına vakıf oldukları için olay ve oldguların temel ve sebebini bilirler.
Aşağıda yer alan ayeti kerimelere dikkat edilecek olursa bu iddia tamamen aydınlığa kavuşur:
“ Ve Rabbine kulluk et ki sana yakin gelsin (kesin bilgiye eresin).”[3]
“ Hayır, gerçeği kesin bir bilgi ile bilseydiniz; Mutlaka cehennemi görür.”[4]
“ De ki: “ Ben de sizin gibi bir insanım; İlahınızın bir tek İlah olduğu bana vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak koşmasın.”[5]
Şia’da İrfan:
İlk olarak:
İslam’da irfanın menşei ve ortaya çıkışının, Emirü’l-müminin Hz. Ali’nin (a.s), sonsuz ilmi birikimler olarak sunduğu, irfani hakikatler ve manevi hayatın merhaleleri konusundaki açıklamalarından kaynaklandığını bilmemiz gerekiyor.
İkincisi:
Seyr-i sulukta şer’i ölçüye riayet edilmesi ve Şia irfanında seyri sulukun şeriat kanunlarıyla tatbik edilmesi, Şia irfanının fikri ve ahlaki sapmalardan korunmasının en önemli etkenidir.[6]
3)- Şia tefekkürünün itikadi alanda sunduğu armağanı:
Şimdiye kadar kısa bir şekilde Şia tefekkürünü açıkladık, ancak böyle bir tefekkürün inanç alanında sunduğu veriler oldukça fazladır bu yüzden bu verileri, başlıklar halinde kısaca sunmakla yerineceğiz:
— Allah’ın varlığına inanmak, ilahi bütün dinlerin temel ortak noktasıdır ve bu temel inanç çeşitli yollarla delillendirilir.
—Tevhidin ilk mertebesi, tevhidi zatidir ve bundan sonra tevhidi sıfati ve fiiller yer alır yani, Allah Teâlâ tekdir ve hiçbir benzeri yoktur ve O’nun zatı terkipsizdir, akli ve harici terkip O’nun varlığı için söz konusu olmaz. Allah Teâlâ’nın zatı bütün kemal sıfatlarıyla bezenmiş ve bütün noksan sıfatlardan da arınmıştır. O’nun sıfatı zatından ayrı değildir ve O kendi işlerini yapmada hiçbir şeye ve kimseye ihtiyaç duymaz ve hiçbir varlık da O’na yardım edemez.[7]
—Âlemde Allah’ın dışında rab ve müdebbir yoktur ve melekler gibi, Allah’ın dışındaki diğer idareciler ise, yalnızca O’nun izni ve hikmeti gereği kendi vazifelerini yerine getirirler.
—İbadette tevhit (yalnızca tekbir varlığa ibadet edilmesi), ilahi şeriatların tamamı arasında ortak bir ilkedir. Peygamberlerin, Peygamberlikle görevlendirilmelerinin hedefi, ortak olan bu temel ve ilkeyi hatırlatmaya dayanır.
—Şefaat ve tevessül inancının tıpkı Kuran öğretileri gereği, tevhitle çelişir herhangi bir yanı yoktur ve şirk sayılmaz.
—Hüsn ve Kubh-i akliye (aklın teşhis ettiği mutlak geçerli iyi ve kötülerin olduğuna) inanmak Örneğin akıl, ilahi makamın çirkin (kabih) bir iş yapmaktan münezzeh olduğunu derk eder ve her türlü zulmü ilahi makamdan nefyeder.[8]
Hüsn ve Kubh-i akliye inanmanın pek çok semereleri vardır, adalete inanmak bu semerelerden bir tanesidir. Adaletin kendisi ise furu’ ve çeşitli dallara sahiptir; Allah’ın adaleti (Allah’ın adaletine inanmak çok geniş ilim kapılarını bize açar ve itikadi sorunların birçoğunu halleder), müçtehitlerin, hâkimlerin, siyasi ve içtimai rehberlerin, cemaat imamlarının, mahkemede şahitlik etmenin ve… adil olmalarının gerekliliği bunlara bir örnektir.
—İhtiyar ve Cebr söyleminde, “el emru beyne’l emreyn” ilkesine (yani insanın fiillerinde mecbu olmadığı aynı zamanda bütün işlerinde kendi başına bırakıldığı düşüncelerinin her ikisinin de batıl olduğu gerçeğin bu iki görüşün arasında bir görüş olduğuna) inanmak. [9]
Allah’ın hikmete dayalı kanunu (sünnet ve iradesi) beşerin tekâmül yolunu kat etmesi için peygamberler göndermesini gerekli kılar. Bu temel gereği, insanın yaratılışının yüce hedeflerine ulaşması için yalnızca aklın kılavuzluğunun ona yeterli olmadığına inanmak gerekir.
—İlahi peygamberler vahiy alma ve vahyi ümmete ulaştırmada, ister kasıtlı olsun isterse unutkanlıkla, her türlü hatalardan korunmuşlardır.
—Peygamberler her türlü günah ve çirkin işlerden korunmuştur.
— Peygamberler silsilesinin en sonuncusu olan Hz Muhammet b. Abdullah’ın (s.a.a) ebedi mucizesi Kuran’ı Kerim’dir.
—İslam kanunları (şerait) genel ve cihan şümul olup, belli bir bölge ve iklime ve ya belli bir ırk ve kavme ait değildir.
—İslam peygamberi, hatemünnebi (en son peygamber), O’nun kitabı (Kuran) kitapların en sonuncusu ve O’nun şeraiti, bütün şeraitlerin en son bölümüdür.
—Bizim kitabımız (Kuran) her türlü tahriften korunmuş olup, O’na bir şey eklenilmediği gibi O’ndan bir şey de eksilmemiştir.
—Allah’ın hikmete dayalı sünnet ve iradesi, Peygamberin (s.a.a) kendinden sonra gelecek imam ve rehberi tanıtmasını gerekli kılar. Peygamber de (s.a.a) toplum içinde çeşitli yüce konumlara sahip olan bu vazifeyi Ali ibni Ebi Talibe (a.s) vererek kendinden sonra halife olarak O’nu tayin etmiştir.
—Peygamberin vefatından sonra gelen imam’ın vazifesi şunlardan ibarettir: 1- Kur’ani kavramların açıklanması, 2- Şeriat hükümlerinin açıklanması, 3- Toplumun her türlü sapmalardan korunması, 4- Dini ve itikadi soruların cevaplandırılması, 5- Toplum içinde adaletin uygulanması, 6- Düşmanlar karşısından İslam sınırlarının korunması.
—Peygamberler ve İmamların ilmi ve ahlaki açıdan ilahi özel yardıma mazhar olmaları gerekir yani peygamberin her türlü hata, unutkanlık ve günahtan korunduğu gibi onun da korunması gerekir. İşte bundan dolayı imamın tayini ve belirlenmesi, yalnızca Allah tarafından peygamberin kanalıyla ve ya bir önceki masum imamın kanalıyla belirlenmesi mümkün olur.
—Peygamberin (s.a.a) yerine geçecek kimseler “isna aşar halife” olan on iki kişidir bunların birincisi Ali b. Ebi Talip (a.s) ve en sonuncusu Hz. Mehdi (a.s) olarak zikredilmiştir.
—Peygamber Ekrem’in (s.a.a) yerine geçecek imamların mukaddes isimleri şundan ibarettir: 1- Ali b. Ebi Talip, 2-Hasan b. Ali, 3- Hüseyin b. Ali, 4- Ali b. Hüseyin, 5- Muhammet b. Ali, 6- Cafer b. Muhammet, 7- Musa b. Cafer, 8- Ali b. Musa, 9- Muhammet b. Ali, 10- Ali b. Muhammet, 11- Hasan b. Ali, 12- İmam Mehdi (a.s).
—On ikinci imam Hz Mehdi (zuhur etmesi beklenen imam) İmam Hasan Askeri’nin oğludur ve hicri kameri 255 yılında Samera’da dünyaya gelmiştir ve o günden bu güne kadar hayatta olup, kıyam etmek için ilahi emri beklemektedir. Hz Mehdi’nin gaybeti zamanında, gerekli şartları taşıyan müctehid (fakih), İslami hükümetinin kurulması için rehberiyetle görevlendirilmiştşr.[10]
—İçtihat kapısının açık olduğuna inanmak, Şia tefekkürüne ait bir özelliktir yani fıkıh alanında ve pratik hükümlerde, külli temellerin cüzi meselelere tatbik edilmesinin ve dini metinlerden şeri emirlerin çıkarılmasının geçmiştekilerin anladıklarıyla sınırlı olmadığına inanır.
—Hz. Mehdi’nin Allah’ın emriyle gelip son zamanda yeryüzünü adaletle dolduracağı bütün İslam fırkalarının ortak inançlarından sayılır. Hatta beklenen kurtarıcı inancı sadece İslam’a ait bir akide değil günümüz dünyasındaki Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt ve… gibi çeşitli din ve mezheplerin de ortak inancıdır.[11]
—Rec’at inancı ve bir gurubun öldükten sonra ve ahiretten önce dünyaya gönderileceklerine inanmak.[12]
—Öldükten sonra dirilmeye ve insanın kendi amellerinin ceza ya da mükâfatına ulaşacağına inanmak ve ölümün, yaşamın sonu olmadığı ölmekle insanın bir dünyadan başka bir dünyaya taşındığı ve dünya ile ahiret arasında kendine has hayat, nimet veya özel azabı içeren berzah isminde bir yerin varlığına inanmak.[13]
[1] Ahzab Suresi 21.
[2] Nahl Suresi 125.
[3] Hicr Suresi 99.
[4] Tekâsur Suresi 3,4.
[5] Kehf Suresi 110.
[6] Daha fazla bilgi edinmek için bakınız: Allame Tabatabai, Şia der İslam s 75–114.
[7] Daha fazla bilgi için bakınız: Muhammet Taki Misbah Yezdi, Amuzeş-i Akait s 136 ve 137.
[8] Daha fazla bilgi için bakınız: Muhammet Taki Misbah Yezdi, Amuzeşi Akait s 162–167.
[9] Daha farla bilgi için bakınız: “emr beynel emreyn” konusuna (58. soru)
[10] Daha fazla bilgi edinmek için bu merkezde yer alan Şia’nın siyasi düşüncelerinin elde edilmesi ve velayeti fakih konulu makalelere müracaat ediniz.
[11] Daha fazla bilgi edinmek için Şia açısından Mehdi (a.s) konulu 168 inci soruya müracaat ediniz
[12] Daha fazla bilgi edinmek için, rec’at kavramı ve onun cüziyatı konusuna, 247 inci soruya bakınız
[13] Daha fazla bilgi edinmek için bakınız: Cafer Sübhani, Menşuru Akaidi İmamiyye.