Bu iki Kur’an ayeti güneşin doğuş ve batış yeri gerçeğini bildirmek maksadını gütmemektedir, sadece Zülkarneyn’in güneşin doğuş ve batışıyla ilgili tasavvurunu bildirmeyi hedeflemektedir. Bu iki ayetteki batış ve doğuş yerinden kastedilen şudur: Zülkarneyn ötesinde bir kara parçası umulmayan bir deniz sahiline varır ve ufkun sonu deniz seviyesinde olduğundan güneşin denizde battığını sanır. "وَجَدَها تَطْلُعُ عَلى قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِها سِتْراً" Ayeti hakkındaki sorunun ikinci bölümüyle ilgili olarak ise müfessirler bir takım hususları belirtmişlerdir: Ayet-i şerifede kinaye kullanılmıştır; yani bu topluluk yaşam olarak çok alt seviyede bulunuyordu, öyle ki onlar çıplak yaşamaktaydı veya bedenlerini güneşten korumayan çok az bir giyecekle yetiniyorlardı. Ama onları güneş vurmasından koruyacak bir ev ve meskenin olmadığı ihtimali de bazı müfessirlerce uzak görülmemiştir. Bu cümlenin tefsirinde belirtilen olasılıklardan bir tanesi de onların mekânlarının dağ, ağaç ve sığınaksız bir çöl olduğu ve onları güneşten koruyacak ve gölgelendirecek bir şeyin orada bulunmayışıdır. Bununla birlikte yukarıdaki tefsirler birbirleriyle çelişmemektedir.
Bu iki ayet “Zülkarneyn’in” yaşam serüveninin bir kesitini açıklamaktadır. Bundan dolayı ilkönce onun şahsiyeti hakkında bazı açıklamalar yapacak ve ardından da asıl konuya değineceğiz. Hz. Ali’den (a.s) bir şahıs şöyle bir soru sorar: Ey Müminlerin Emiri (a.s) bize Zülkarneyn’den haber ver, o peygamber miydi yoksa melek miydi? Bana onun iki boynuzundan (karn) haber ver, onlar altın mıydı yoksa gümüş müydü? Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: O ne peygamber ve ne de melekti. İki boynuzu da ne altından ve ne de gümüştendi. O, Allah’ı seven bir erkekti ve Allah da onu sevmekteydi. O, Allah yolunda hayırsever biriydi ve Allah da onun için hayır istiyordu. Onu Zülkarneyn olarak adlandırmalarının sebebi ise şuydu: O, kavmini Allah’a çağırıyordu ve kavmi de onu dövüp başının bir tarafını kırdı. Bir süre sonra o insanlardan uzaklaştı, sonra yine onların yanına döndü ve bu kez de onu dövüp başının diğer tarafını kırdılar. Şimdi de onun gibi bir başkası sizin aranızdadır.[1] Müfessirler birinci ayetin tefsiri hakkında şöyle demiştir: “Su “gözeneği”nden kastedilen, siyah çamurlu yani balçıklı bir çeşmedir. Su bu manaya gelmektedir ve gözenekten kastedilen de denizdir; çünkü bu kelime deniz için çok kullanılmaktadır. Bundan dolayı “güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu” diye buyuran ayet şunu kasteder: O, ötesinde bir kara umulmayan bir deniz sahiline varır ve ufkun sonu deniz seviyesinde olduğundan güneşin denizde battığını sanır. Bazıları da şöyle demiştir: Böyle bir çamurlu çeşme, ebediler adasının bulunduğu Batı Okyanusuyla uyuşmaktadır. Söz konusu adalar kadim heyet ve coğrafyada boylamın başlangıcı sayılmaktaydı ve sonraları batmış ve onlardan bir eser kalmamıştır. " فِی عَیْنٍ حَمِئَةٍ" cümlesi " عین حامیة" yani sıcak olarak da okunmuştur. Eğer bu okuma doğruysa, sıcak deniz Afrika çevresinde yer alan Büyük Okyanusun yüksek kısmetine denk düşer ve Zülkarneyn’in batı yolculuğunda Afrika sahillerine ulaşmış olması da uzak bir olasılık değildir.[2] Bu iki ayette hiçbir zaman güneşin özel bir yeri olup oradan doğduğu ve özel bir yerde de battığı söylenmemiştir. Sadece Kur’an bu ayetlerde halkın genelinin kullandığı dili kullanmıştır. Batış yerinden kastedilen, halkın genelinin anladığı şeydir. Bu tür bir beyan toplumun genel söylemine mutabıktır. On dört asır öncesinin ilmî yadigârı olan masum imamların (a.s) nakledilen rivayetlerinde de yukarıdaki tespiti kâmilen tasdik eden işaretler mevcuttur. Bu rivayetler ve tarihsel aktarımlarda “yerin doğuları ve batıları”[3] tabiri kullanılmıştır. Çoğul kipiyle belirtilen güneşin batı ve doğusunun var olması, doğu ve batının gerçek bir husus olmadığını ve yerlere göre değişik ve çeşitli olduğunu göstermektedir.[4] O halde Kur’an’daki “doğuş ve batış yeri”’nin anlamı da bu türdendir. Çünkü o dönemde yaygın kanı, güneşin özel bir doğu ve batıya sahip olduğu olsaydı, bu durumda doğular ve batılar diye çoğul kipi kullanılmazdı. Zülkarneyn’in kıssasında çoğul kipi kullanılmamasının sebebi ise onun bir bölgeye ayak basmasıydı ve bilindiği üzere bir bölge sadece bir doğu ve batıya sahiptir.[5] Netice itibariyle Kur’an, bu iki ayette o dönemdeki normal insanların güneşin doğuş ve batışı hakkındaki sanılarını bildirmiş ve asla gerçek bir husustan haber verme (güneşin doğuş ve batış yeri gerçeği) kastı gütmemiştir. Tüm deniz yolcuları ve sahilde yaşayan insanlar denizden çıktığı ve denizde battığına dair güneş hakkında böyle bir hisse nasıl kapılıyorsa, Zülkarneyn de güneş doğduğunda güneşin belirtilen çamurlu mekandan çıktığını ve battığı zaman da o çamurlu mahalde battığını sanmıştır. Bundan dolayı Kur’an’ın "حَتَّى إِذا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَها تَطْلُعُ عَلى قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِها سِتْراً " ayet-i şerifesinde belirttiği doğudan ne kastettiği de aydınlanmış olmaktadır. Kur’an’ın bu ıstılahı kullanırken yerkürenin doğu yakasında o gün imar edilmiş olarak bulunan son noktayı ve Zülkarneyn’in oraya ulaşmış olduğunu belirtmek istemektedir.[6] Tefsir-i Numune’de bu ayetten ve onda kullanılan tabirlerden hareketle çok güzel ahlakî bir yorum yapılmış ve şöyle yazılmıştır: “Her ne kadar güneşin çamurlu bir gözenekte batması kesinlikle gözlemdeki bir hatadan kaynaklansa da, bununla birlikte güneşin o azametine karşın çamurlu bir gözenek vesilesiyle örtülebileceği ihtimali de yansıtılmaktadır. Nitekim azim bir insan ve yüce bir makama sahip bir şahsiyet bir kayma neticesinde tümüyle düşmekte ve şahsiyeti görenlerce düşmektedir.”[7] Hatırlatılmalıdır ki yeniçağda ispat edilen ve tamamıyla hissel olan meselelerden sayılan konulardan bir tanesi de yerin küresel olmasıdır. Kur’an ön dört asır önce ve bilimin yeterince ilerlemiş olmadığı bir dönemde bu meseleye işaret etmiştir. Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “ O, geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor.”[8] Büyük müfessirlerden bir tanesi bu ayet hakkında şöyle demektedir: “Eğer bir insan yerkürenin dışında duracak ve yerin güneş etrafındaki doğal hareketine ve de gece ve gündüzün dönüşümüne bakacak olursa, sanki düzenli bir şekilde bir taraftan gecenin siyah şeridinin gündüzün aydınlığını örttüğünü ve öte taraftan da gündüzün beyaz renginin de gece siyahlığını örttüğünü görecektir. Ayetin orijinalindeki “yekur” fiili “tekvir” maddesinden gelip örtme manası taşımasından da yerin küresel olduğu, kendi etrafında döndüğü ve bu dönmeyle gecenin siyah şeridi ve gündüzün beyaz şeridinin sürekli onun etrafında döndüğü noktası aydınlanmaktadır. Sanki bir taraftan beyaz şerit siyahı ve diğer taraftan da siyah şerit beyazı örtmektedir.”[9] "وَجَدَها تَطْلُعُ عَلى قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِها سِتْراً" Ayeti hakkındaki sorunun ikinci bölümüyle ilgili olarak ise müfessirler bir takım hususları belirtmişlerdir: Ayet-i şerifede kinaye kullanılmıştır; yani bu topluluk yaşam olarak çok alt seviyede bulunuyordu, öyle ki onlar çıplak yaşamaktaydı veya bedenlerini güneşten korumayan çok az bir giyecekle yetiniyorlardı. Ama onları güneş vurmasından koruyacak bir ev ve meskenin olmadığı ihtimali de bazı müfessirlerce uzak görülmemiştir. Bu cümlenin tefsirinde belirtilen olasılıklardan bir tanesi de onların mekânlarının dağ, ağaç ve sığınaksız bir çöl olduğu ve onları güneşten koruyacak ve gölgelendirecek bir şeyin orada bulunmayışıdır. Bununla birlikte yukarıdaki tefsirler birbirleriyle çelişmemektedir.[10]
[1] Tabatabai, Seyid Muhammed Hüseyin, el-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 13, s. 374, Defter-i İntişarat-ı İslamî Camia-i Müderrisin-i Havza-i İlmiye-i Kum, Kum, çap-ı pencom, 1417 k.
[2] Tercüme-i el-Mizan, c. 13, s. 360-361.
[3] Kuleyni, el-Kafi, c. 2, s. 62 ve 115 ve c. 5, s. 69, Daru’l-Kütübi’l-İslamiye, Tahran, 1365 h.ş.
[4] Rıza İsfahanî, Muhammed Ali, Pejuheş-i Der İcaz-i İlmî-i Kur’an, İntişarat-ı Kitabu’l-Mubin, çap-ı sevvom, 1381 ş, s. 188 ve 189.
[5] Rıza İsfahanî, Muhammed Ali, Pejuheş-i Der İcaz-i İlmî-i Kur’an, a.g.e., 538
[6] Mekarim Şirazi, Nasır, Tefsir-i Numune, c. 12, s. 526 ve 528; Tabatabi, Seyid Muhammed Hüseyin, el-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’an, a.g.e., c. 13, s. 360 ve 361.
[7] Tefsir-i Numune, c. 12, s. 537.
[8] Zümer, 5.
[9] Mekarim Şirazi, Nasır, Tefsir-i Numune, c. 19, s. 376.
[10] Tefsir-i Numune, c. 12, s. 529.