Please Wait
11225
İmam Sadık (a.s), İsmail ve Abdullah adındaki iki evladının imametine dair açık bir hüküm vermemiştir. Ama zamanın şartları, İmam Sadık’a herkesin gözü önünde İmam Kazım’ı (a.s) kendi halifesi olarak tanıtmasına izin verir türden değildi. Çünkü ilk merhalelerde kendisinin her an zamanın egemenleri tarafından şehid edilmesi muhtemeldi. Bu konu bazı Şiilerin karine ve delillere bakarak ilkönce İsmail ve ardından da Abdullah’ı imam sanmalarına neden oldu, ama zamanın geçmesiyle bu sanının yanlış olduğu ortaya çıktı. Çünkü İsmail, İmam Sadık’ın (a.s) vefatından önce vefat etti ve Abdullah da Şiilerin dinî sorularını yanıtlayamadı ve değerli babasının vefat etmesinden kısa bir süre sonra o da vefat etti ve İmam Kazım’ın (a.s) imameti Şiiler için ispatlandı. Elbette vefatından asırlarca sonra dinsel olmaktan çok siyasal bir takım nedenlerden ötürü İsmail’in imametine inanmak gündeme geldi ve bazı fertler imameti İsmail’in neslinden bildi. Onlar, İsmailiye Şiileri olarak meşhur oldu ve şimdi de onlardan bazıları dünyanın değişik yerlerinde mevcuttur. Abdullah’ın imametine inanmakta direten ve “Fethiye” olarak adlandırılan Şii grup ise daha baştan tükenmeye yüz tuttu ve şimdi bu inanca sahip kimse bulunmamaktadır.
Sorunuzu yanıtlamak için, ilkönce tüm Şiilerin imameti aziz Peygamberin (a.s) Ehli Beyt’ine özgü bildiğini ve başta önceki imamın açık hükmü, imamın geniş ilmî kapasitesi ve halkın sorularına cevap verebilme kabiliyetinden ibaret karine ve deliller aracılığıyla kendi imamlarını tespit ettiklerini hatırlatmamız gerekir. Zalim yöneticiler her zaman imamları baskı ve sınırlamalara maruz bırakması ve onları ortadan kaldırmak için çabalaması nedeniyle, imamların emir ve tavsiyelerini kâmilen açık ve perdesiz olarak halka sunamamaları ve bazı zamanlar hatta kendilerinden sonraki imamı bile açıkça belirtememeleri doğaldı. İşte bu konu Şii toplumunda bazı ihtilaf ve ayrılıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Elbette zamanın geçmesiyle arayanlar için hakikat ve gerçek ortaya çıkmaktaydı. Sorunuzda işaret etmiş olduğunuz ipham da Emevilerin yıkılması ve Abbasilerin gücü ele geçirmesinden kısa bir süre sonra tarih sahnesinde beliriveren Şia imamet hareketindeki önemli noktalardan biridir. Abbasiler bir yandan Peygamberin (a.s) Ehli Beyt’ini savunma söylemiyle gücü ele geçirdiklerinden ve imamlara karşı sert uygulamalarda bulunamadıklarından ve öte taraftan da kendi devletlerinin temellerini pekiştirmeye çalıştıklarından ve toplumda imamların aktif bir halde yer almasını kendi emel ve hedefleriyle bağdaşır görmediklerinden, bu yüce şahsiyetlere karşı ikiyüzlü bir politika izlemekteydiler. Zahirde bir ölçüye dek onlara saygı göstermekte, ama gerçekte sürekli kendilerinin kökünü kurutmaya çalışmaktaydılar.[1] Bu zamansal durumda eğer altıncı imamın halifesi resmen ve aleni olarak Şiilere ilan edilseydi, yeni bitmiş Abbasi hilafeti tarafından kendisinin can güvenliğinin tehdit edilmesi uzak bir ihtimal değildi. İşte bu şekilde, Hz. Musa’nın (a.s) peygamberliği Firavun’un döneminde onun kendi sarayında gizli kaldığı gibi, yedindi imamın imameti de ilkönce ipham perdesi gerisinde kalmış ve bu gizlilik nedeniyle de bir grup Şii, bazı karinelerden yola çıkarak İmam Sadık’ın (a.s) evlatlarından birisini sonraki imam sanmışlardır. Hâlbuki onlar İmamdan söz konusu evladı hakkında özel bir hüküm duymamışlardı. Şiiler yedinci imamın İmam Sadık’ın (a.s) şu üç evladından birisi olduğunu sanmışlardır:[2]
1. İsmail
2. Abdullah Efteh
3. İmam Musa Kazım (a.s)
Bu görüş ayrılığı Şia’da bir takım akımların çıkmasına neden olmuştur ve şimdi onlara değineceğiz:
1. Bir akım İmam Sadık’ın (a.s) en büyük oğlu İsmail’in eksenindeydi. Birçok Şii izlenen yönteme göre büyük evladın babanın yerine geçeceği sanısını taşımakta ve İsmail’in babasının yerine geçeceğini sanmaktaydı! Bu doğrultuda İmam Sadık’tan (a.s) sorular sorulmakta ve kendisi de belirtilen şartlar nedeniyle açık cevap vermemekteydi. Sadece işaret ederek ve kinayeyle konuyu anlatmaktaydı. Bunun bir örneğine işaret ediyoruz: Mafzel b. Mersed şöyle naklediyor: Daha İsmail hayattayken İmam Sadık’tan (a.s) Allah İsmail’e itaat etmeyi babasına itaat ettiğimiz gibi bize farz kılmış mıdır (yani o sonraki imam mıdır) diye sordum. Kendisi iş buraya varmayacaktır, diye yanıt verdi! Ben İmamın bana açık bir yanıt vermeyerek takiye yaptığını sandım, ama bir süre sonra İsmail vefat etti ve ben İmamın sözünün manasını anladım.[3] İsmail’in vefatından sonra, İmam Sadık (a.s) onun vefatı hakkındaki her tür şek ve şüpheyi bertaraf etmek için çabaladı.[4] Ama İsmail’e karşı özel bir gönül bağı olan bir grup Şii ve dost maskesi takmış bir grup düşman, imamet silsilesinin İsmail dışında başka bir evlat kanalıyla sürmesi ihtimalini kabul etmedi ve bu nedenle altıcı imamın (a.s) vefatından sonra bu konuda farklı görüşler ileri sürdüler. Bu görüşler şunlardan ibaretti:
1.1. Bir grup İsmail’in vefat etmediğine, aksine babasının onun canını korumak ve kendisini düşmanların tehditlerinden muhafaza etmek için bir sahne yarattığına inanmaktaydı.
1.2. Bir grup da İsmail’in gerçekten vefat ettiğine, ama vefat etmeden önce oğlu Muhammed b. İsmail’i kendi halifesi olarak seçtiğine inanmaktaydı! Bu grup o zaman “Mubarekiye” adını taşımaktaydı ve ardından “Karamete” olarak adlandırılıp sonraki asırların güçlü siyasî akımlarından birine dönüştü. Bir takım nedenlerden ötürü bazıları bu mezhebi kendilerine esas edindiler. Bunlar taraftarı kalmadıktan sonra İsmail’in imametine inanmayı ikinci bir defa toplumda ihya eden kimselerdi.
1.3. Bazı İsmaililer de Muhammed b. İsmail’i yedinci imam olarak addettiler. Ama İsmail’in onun imameti hakkındaki vasiyeti İmam Sadık (a.s) yaşıyorken bir mana ifade etmediğinden, onun imametini babası İsmail’in tavsiyesi üzerine değil, dedesi İmam Sadık’ın vasiyeti üzerine bildiler.[5]
İsmailiye fırkasının nasıl şekillendiğine kısa olarak aşina olduktan sonra, Muhammed b. İsmail’den bir asır sonrasına kadar bu fırkanın hiçbir faaliyetinin müşahede edilmediğini belirtmek gerekir.[6] Mezhepsel bir grup olmaktan çok sadece siyasal bir grup olarak değerlendirilen Kufe ve Bahreyn Karamete’sinin ortaya çıkmasıyla, ikinci bir defa Muhammed b. İsmail anılmaya ve kendisi için “kaim” (kıyam eden) sıfatı kullanılmaya başlandı. Sonraki zamanlarda Mısır Fatımileri ve Dürzîler de bu inanca eğilim kaydetti. Gördüğümüz gibi “İsmailiye” mezhebinin şekillenmesi belirli esaslar çerçevesinde gerçekleşmemiştir. Hakeza devamlılık ve tutarlılıktan da yoksun bulunmaktadır. Bu hususta bu alanda yazılmış detaylı kitaplara müracaat edebilirsiniz.
2. İkinci akım İsmail’den küçük ve İmam Kazım’dan (a.s) büyük olan İmam Sadık’ın sonraki evladı Abdullah Efteh ekseninde şekillendi. Bir imam vefat ettikten sonra onun en büyük oğlunun babasının halifesi olduğuna dair Şiiler arasında mevcut olan zihniyetin “Fethiye” olarak adlandırılan bu akımın şekillenmesinde etkili olması muhtemeldir! Abdullah’ın kendisi de yedinci imam olarak tanınmaya isteksiz değildi![7] Ama kendisinden sorulan dinî soruların üstesinden gelememesi, imamet makamına yakışmayan davranışların kendisinde görünmesi ve imamın taşımaması gereken kusurların kendisinde olması nedeniyle, onun etrafında toplanan birçok Şii, onun imam olduğuna dair taşıdıkları inançtan el çekti ve İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin’den (a.s) sonra imametin iki kardeşe ulaşmayacağını belirten rivayetleri göz önünde bulundurarak, yalnız İmam Musa Kazım’ın (a.s) imametine inandı ve hatalarının farkına vardılar. Fazla geçmeden Abdullah yetmiş gün sonra vefat etti ve henüz onun imametine inanan sayılı bir grup da diğer Şiilerin safına katıldı. İmam Sadık (a.s) bu hadiseleri öngörerek evladı yedinci imama (a.s) bir tavsiyede bulunmuştur: Kardeşin benden sonra kendisini benim halifem olarak tanıtacak ve imamet iddiasında bulunacaktır! Evladım! Sen bu konuda en küçük bir tartışma ve çatışmaya girme; zira o ailemden vefat edecek ve bana katılacak ilk şahsiyettir.[8] Gördüğünüz gibi Abdullah bu yetmiş gün boyunca imam değildi, sadece imamet iddiasında bulunmuş idi ve kendisinin çabuk vefatıyla bu iddia da kendiliğinden yok oldu. Şimdi bu mektebin takipçisi olan ve Abdullah’ın imametine inanan hiç kimse bulunmamaktadır. Doğal olarak onun hakkında tartışmak da faydasızıdır.
3. Üçüncü veya Şia’nın gerçek akımı ise ya daha ilk baştan ya da sonda İmam Kazım’ın (a.s) etrafında toplandı. Bunun nedeni şuydu: Her ne kadar İmam Sadık (a.s), halifesinin kim olacağı konusunu tüm Şiilere bildirmediyse ve düşmanların şüpheye maruz kalacağı ve bir teşebbüste bulunamayacağı şekilde davrandıysa da, kendisinin bazı Şiilere İmam Kazım’ın (a.s) imameti hakkında yaptığı özel ve gizli tavsiyeler[9] ve de onun vefatından sonra beliriveren karine ve deliller, İmam Kazım’ın (a.s) yedinci imam olduğu hususunda birçok Şii’de bir şüpheye yer bırakmadı. Meydana gelen iphamlar ise gerçekte dönemin mevcut şartlardan kaynaklanıyordu.
Şimdi o dönemi tanımak ve zamanın halifesinin (Mansur Devanıki) yedinci imamı öldürmek amacıyla yaptığı komploları öğrenmek için, İmam Musa Kazım’ın imametinin delili de sayılan iki rivayete işaret ediyoruz:
1. Abbasilerin o dönemdeki lideri olan Mansur’un çevresindekilerden biri olan Ebu Eyüb Nahvi şöyle nakletmektedir: Bir gece yarısı Mansur beni yanına çağırdı. Ben de gittim ve onu bir sandalye üzerine oturmuş ve mum ışığından yararlanarak bir mektubu okur halde gördüm. Kendisine selam verdiğim zaman, ağlar bir halde mektubu bana doğru attı ve şöyle dedi: Bu, Muhammed b. Süleyman’ın (Medine valisi) mektubudur ve Cafer b. Muhammed’in (a.s) vefat ettiğini bana bildirmektedir… Onun gibi başka bir şahıs daha bulmak mümkün müdür?! (Ama bununla birlikte ve çok üzgün olduğunu göstermekle beraber) bana Medine valisinin cevabını şöyle yazmamı söyledi: “Eğer o (altıncı imam) belirgin bir şahsı kendi vasii sıfatıyla belirlemişse, onu yanına çağır ve kafasını vur!” Ama sonra yeniden Medine valisinden cevap niteliğinde bir mektup geldi ve onda şöyle yazılıydı: “O, beş kişiyi vasi olarak belirlemiştir. Onlardan biri siz Abbasi halifesi, diğeri ben ve kalan üç kişi de Hamide (eşi) ve (evlatları) Abdullah ve Musa’dan ibarettir![10]
Zamanın dehşetli atmosferini daha fazla belirgin kılan başka bir rivayet de mevcuttur. Hişam b. Salim şöyle nakletmektedir: Altıncı imamın (a.s) vefat etmesinden sonra ben ve Mümin Tak[11] Medine’deydik ve birçok Şii’nin eğer imamın büyük oğlunun bir sorunu yoksa[12], babasının halifesi olacağını belirten rivayete isnaden Abdullah’ı yedinci imam olarak tanıdıklarını gördük! Ben ve arkadaşım onun yanına gittik ve daha önce İmam Sadık’tan (a.s) cevaplarını işittiğimiz sorulardan birisini numune olarak kendisinden sorduk. Lakin kendisi değerli babasının verdiği cevabın aksine bir cevap verdi! Biz çok kaygılı ve bunaltılı halde evden çıktık ve başka hangi şahsa müracaat etmemiz gerektiğini bilmiyorduk. Kısa bir süreliğine Şii kaldığımızdan bile şüphe ettik ve Murcie, Kaderiye, Mutezile, Zeydiye ve Haricilik gibi mezheplerin değişik düşünceleri karşısında yeni mezhep olarak hangisini seçeceğimizi bilmiyorduk. Bu şekilde Medine sokaklarının birinde şaşkın ve ağlar bir halde otururken bir ihtiyar elleriyle işaret ederek beni yanına çağırdı! Abbasi halifesi Mansur Devanıki, Şiilerin altıncı imamdan (a.s) sonra kimin etrafında toplandığını öğrenmek ve sonraki imamı tespit ettikten sonra onu öldürmek için Medine’de casuslar görevlendirdiğinden dolayı, ben bu tanınmayan ihtiyarın söz konusu casuslardan biri olacağından korktum. Bu nedenle arkadaşıma; o sadece beni işaret etti, kendisinin senin ile bir işi yok, dolayısıyla benden uzaklaşman ve boşu boşuna kendini ölüme atmaman daha iyidir dedim! Arkadaşım da bir miktar benden uzaklaştı ve ben kendim için bir kurtuluş yolu görmediğimden o ihtiyarla birlikte yürümeye başladım. Yol boyunca sürekli ölüm gözümde canlanmaktaydı. Bir süre sonra o beni İmam Musa Kazım’ın (a.s) evinin yanına bıraktı ve kendisi başka bir tarafa gitti! Bu esnada İmamın evinden bir hizmetçi çıktı, beni evin içine davet etti ve ben ansızın İmam Kazım (a.s) ile karşılaştım. İmam, bir önsöz söylemeden zihnimde yer etmiş sapık dinsel düşüncelerin tümünü saydı ve şöyle buyurdu: Yanıma gel ve o sapık düşüncelere inanmana gerek yok! Ben gerçekten babanız vefat etti mi diye sordum. Kendisi evet dedi. Ben sonraki imamın kim olduğunu sordum. İmam şöyle buyurdu: Eğer Allah seni imamete yönlendirmek isterse, kesinlikle bu işi yapacaktır! Ben kendisine kardeşiniz Abdullah babanızın halifesi olduğunu sanmaktadır, diye söyledim! İmam şöyle buyurdu: O bu işiyle Allah’ın kulluğundan çıkma kararı almıştır. Siz imam mısınız diye kendisinden sordum. Ben böyle bir şey söylemedim diye buyurdu. Ben içimden sorumu başka bir şekilde sorayım dedim ve şimdi size velayeti olan bir imam var mıdır diye sordum. Kendisi hayır diye buyurdu. Bu sözü duyunca ve onun imam olduğundan emin olunca aniden onun büyüklük ve heybeti beni sardı. Altıncı imama karşı bile böyle bir şey hissetmemiştim! Sonra babanızdan sorduğumuz soruları size de sorabilir miyiz diye kendisine sordum. Kendisi buna olumlu cevap verdi, ama bunu kimseye bildirme; zira bu tür haberlerin yayılması benim öldürülmeme neden olur diye ekledi! Sonra kendisinden bir takım sorular sordum ve onu asla kurumayacak bir deniz gibi gördüm. Şiilerin şu an şaşkınlık içinde bulunduğunu ve imamet konusunda çıkmaza girdiğini belirttim. Siz de bu haberi yaymamamı istediniz. O halde onları size nasıl yönlendirebilirim diye kendisine sordum. Kendisi, başlangıçta sadece güvenilir fertlere bu haberi duyurabileceğimi, sır saklamayı onlara öğretmemi ve bu konunun (gerekli ön adımları atmadan) yayılması durumunda boğazına işaret ederek başının kesilmesine neden olacağını buyurdu! Bu sözleri duyduktan sonra arkadaşımı ve Fuzeyl ve Ebu Basir gibi değerli fertleri bu maceradan haberdar kıldım. Bir müddet sonra tüm Şiilerin dikkati İmam Musa Kazım’ (a.s) üzerine odaklandı ve Abdullah’ın etrafı boşaldı. Bu macerada beni suçlayan Abdullah beni dövmeleri için bazı fertleri kiraladı…[13] Bu rivayet ve diğer tarihsel delillerden yola çıkarak biz İmam Sadık’ın (a.s) daha en baştan kendi halifesini tanıdığına, ama mevcut şartlar sebebiyle İmam Kazım’ı (a.s) düşmanların komplolarından koruyacak bir yol izlediğine inanıyoruz. Bu düşmanlar sürekli mevzide bekliyor ve imamı tanır tanımaz onu öldürmek istiyordu. Altıncı imamın uygulayıcısı olduğu ilahi tedbirle düşmanların bu komplosunun etkisiz hale geldiğini ve Abbasi halifesinin uzun bir müddet İmam Sadık’ın vâsiinin ve yedinci imamın kim olduğu hususunda şaşkın bir durumda olduğunu gözlemlemekteyiz. Onlar durumun farkına vardıklarında ve işin isten geçtiğini anladıklarında artık İmam Kazım’ın (a.s) Şiiler arasındaki konumu istikrara kavuşmuş ve onun öldürülmesi devlet için önemli tehlikeler doğuracak duruma gelmişti! Elbette onlar İmama eziyet ve gaddarlık yapmaktan yine el çekmiyor, daima İmamı bir zindandan diğerine sürüyor ve onun ilahi memuriyetine engel oluyordular. Lakin İmam Sadık’ın (a.s) izlemiş olduğu siyaset sayesinde Şiiler İmam Musa b. Cafer’den (a.s) istifade etmek için daha fazla vakit kazanmıştı.
Bu konudaki kaynaklar:
1. Şeyh Mufid, “el-Fusulu’l-Muhtare” kitabında Şia’dan ayrılan fırkalara değinmiş ve onların inançlarının geçersizliğini delille beyan etmişti.[14]
2. Allame Meclisi de “Biharu’l-Envar” kitabının otuz yedinci cildinde bu tür konuları işlemiştir.
3. Zamanımızda ise üstat Cefar Sübhani’nin[15] “Buhusun Fi’l-Milel Ve’l-Nihel” kitabı da İslamî fırkaları ve bu cümleden olmak üzere bu iki fırkayı incelemiş ve eleştirmiştir.
4. Aynı şekilde “Dairetü’l-Maarif-i Teşeyyü’”[16] kitabında da Şiilerin fırkalara ayrılması hakkında faydalı konulara rastlayabilirsiniz.
Hatırlatılmalıdır ki Fethiye mezhebi daha başlangıçta tükendiğinden ve artık bir taraftarı kalmadığından, bağımsız olarak ona değinen kitaplar çok az olmuştur. Ama İsmailiye taraftarlarının tarihteki siyasal rolleri ve zamanımızda bu mezhebe bağlı kimselerin bulunuyor olması nedeniyle, bu konuda araştırma yapmak için belirtilenlere ek olarak daha fazla kaynak bulabilirsiniz. “Tarih Ve Akaid-i İsmailiye”[17] kitabı bu kaynaklardan biridir.
[1] İmam Sadık (a.s) vefat ettikten sonra Mansur’un takındığı tavır ile ilgili beyan edeceğimiz rivayet bu iddia için iyi bir delildir.
[2] Elbette “Navusiye” adında bir grup da altıncı imamın (a.s) vefat etmediğine inanmaktaydı. “Sıbtiye” adında başka bir grup da Muhammed b. Cafer’in imametine inandı. Hem bu iki grubun yok olması ve hem de sorunuzun konusu olmaması nedeniyle, bunlara değinmekten vazgeçtik ve ilgi duymanız halinde Biharu’l-Envar’ın otuz yedinci cildinin dokuz ve onuncu sayfasını okuyabilirsiniz.
[3] Meclisi, Muhammed Bakır, c. 47, s. 250 – 251.
[4] a.g.e., 254.
[5] a.g.e., c. 37, s. 9 – 10.
[6] İsmiliyan, bu zaman dönemini “ÖrtüDönemi” olarak adlandırmaktadır.
[7] Bu konuyu İmam Kazım’ın sözünden bulmak mümkündür: "یرید عبدالله ان لا یعبد الله" Kafi, c. 1, s. 16.
[8] Rical-i Keşi, s. 254 – 255, İntişarat-ı Danışgah-ı Meşhed, 1348 h.ş.
[9] Bkz: Kuleyni, Muhammed b. Yakub, Kafi, c. 1, Babu’l-İşare Ve’n-Nas Âla Ebi’l-Hasan Musa (a.s), s. 308 – 311, 16 rivayet ile.
[10] Kuleyni, Muhammed b. Yakub, Kafi, c. 1, s. 310, rivayet. 13, Daru’l-Kütübi’l-İslamiye, Tahran, 1365 h.ş.
[11] Hişam b. Salim ve Mümin Tak, İmam Sadık’ın iki sahabesi olup kelam ve münazara ilimlerinde özel bir maharete sahiptiler.
[12] On İki İmam Şiileri de imamın en büyük oğlu onun halifesidir, rivayetini kabul etmektedir; ama bu rivayetin sonunda belirtilen “büyük oğlun sorunu yoksa” şartıyla. Bu esasla Abdullah büyük evlat olmasına rağmen bir takım sorunlar taşıması nedeniyle halifelik salahiyetini taşımamaktaydı. Bu konuda şu adrese müracaat edebilirsiniz: Şeyh Mufid, el-Fusulu’l-Muhtare, s. 312.
[13] Kuleyni, Muhammed b. Yakub, Kafi, c. 1, s. 351 – 352, rivayet. 7.
[14] Bu kitap h.k 1413 yılında Şeyh Mufid Kongresi tarafından basıldı ve onun 308 ve 312. sayfaları sırasıyla İsmailiye ve Fethiye ile ilgilidir.
[15] Beyrut, ed-Daru’l-İslamiye, 1991.
[16] Ahmed Sadr, Hacı Seyid Cevadi, Kamuran, Fani ve Bahauddin Hürremşahi’nin gözetiminde, Tahran, Neşr-i Şehid Said Mücteba.
[17] Telif:Ferhad Defteri, tercüme: Feridun Bedrei, Tahran, Neşr Ve Peşuheş-i Firuzan-ı Ruz, 1375 h.ş.