Please Wait
10345
İnsan, varlığını ve varlığıyla ilgili bütün özelliklerini yüce Allah'tan alan mümkün bir varlıktır. Allah, kendi tekvini iradesi ile onu seçme özgürlüğü ve iradesi olan bir varlık olarak yarattı. Bu ayrıcalığı ile ona diğer varlıklar karşısında üstünlük bağışladı. O halde insan, Allah'ın teşrii iradesine (kanun koyma iradesine) muhatap olan en üstün varlıktır. Allah ona, itaat ve isyan etme, kendi yolunu seçme ve kendi alın yazısında etkili olma konularında karar verme iznini verdi.
İyiyi seçen, Yüce Allah'ın buyruklarına itaat edip iradesini Allah'ın kanun koyma iradesiyle tatbik eden ve böylece üstün merhaleleri kat eden ve Allah'ın halifesi olma makamına ulaşan işte bu insandır. Neticede, cennette ne isterse Allah ona verir. Allah'ın rızasını tercih ettiği için Allah da ondan razı olur ve Allah cennette o kadar ona bağışta bulunur ki Allah'tan ve kendi yaptıklarından razı olur. Ve yine insan kötüyü seçmesiyle, ilahi buyruklar karşısında inat ve isyan etme yolunu girebilir ve çöküşe doğru yönelebilir. Neticede, cehennemin katmanlarında sürekli aşağılığa doğru yuvarlanır. İşte bu, insanın kendi iradesini Allah'ın kanun koyma iradesiyle tatbik etmemesinin meyvesidir. Ama onun bu isyanı yüce Allah'ın iradesine galip olma manasına değildir. Zira yüce Allah'ın kendisi, onu kendi yolunu seçmede muhayyer kılmıştır. Netice şudur: Yüce Allah'ın iradesinin, bütün varlık âlemine, insan ve onun fiillerine saltanatı vardır. Allah'ın iradesi, insanın iradesi ile boylamsal bir şekilde uyum içerisindedir. Bu, imkânsız olan, bağımsız iki sebebin (aynı enlemde olan iki tam illetin) bir sebepte bir araya gelmesini ifade etmez. Tam tersine “fiillerde tevhid ilkesine” göre, varlık âleminde bağımsız olan fail sadece yüce Allah'tır. Diğer varlıklar ise kendi var oluşlarında ve fail olmalarında yüce Allah'a bağlıdırlar. Onların fail oluşları ve iradeleri bağımsız ve Allah'ın iradesinden ayrı olamaz. O halde biz, ne Eşaire gibi cebri kabul ediyoruz. Zira onlar, sadece yüce Allah'ın iradesini hâkim ve diğer varlıkların iradesini etkisiz ve Allah'ın iradesi için bir alet olarak görmüşlerdir. Ve yine biz, Mutezile gibi tefvizi de kabul etmiyoruz. Zira Mutezile de ilahi iradeyi, insanın iradesinden ayrı olarak kabul etmiş ve insanı kendi ihtiyari fiillerinde tamamen Yüce Allah’tan bağımsız bilmiştir. Biz, Kuranı Kerim'e ve Masum İmamlara (a.s) uyarak, insanı irade sahibi, seçme özgürlüğü olan ve kendi işlerinden sorumlu olarak biliyoruz. Bununla birlikte de onu ilahi iradenin hâkimiyeti altında ve tamamen Allah'ın iradesine ve kudretine muhtaç olarak biliyoruz.
İnsanın iradesi, ilahi iradenin ve meşiyyetin boylamında karar kılınmıştır. Bu şekilde, insanın iradesi Allah'ın iradesine bağlıdır ve bağımsız ve Allah'a ihtiyacı olmayan bir olgu olamaz. Nasıl ki Kuranı Kerim'den birçok ayet bu konuya delalet etmektedir. Örneğin:
“Onlar, âlemlerin rabbi olan Allah'ın istediği şey dışında hiçbir şeyi istemezler.”[1]
Ama bunun, insanın seçme özgürlüğü olması ve düşünceleri, niyetleri ve yapmış olduğu işleri karşısında sorumlu olmasıyla hiçbir çelişkisi yoktur. Zira kendi kastının, seçmesinin ve yaptıklarının direkt faili onun kendisidir. Ama Allah'ın onun ihtiyarında koymuş olduğu güç ve onun seçmede kullanması için ona vermiş olduğu izin ile bu işi yapmaktadır. Onun için diğer birçok ayetlerde insan da dahil doğal sebeplerin ve faillerin işleri onların kendilerine isnat edilmekte ve insan kendi yaptıklarından dolayı sorumlu olduğu çıklanmaktadır. Neticede ona teklifini belirlemekte ve ona mükâfat ve ceza vaadinde bulunmaktadır. Örneğin şöyle buyurmaktadır:
“İnsan’a çabası dışında başka bir şey yoktur.”[2]
Ve yine şöyle buyuruyor:
“Herkim salih bir amel yaparsa kendi faydasınadır ve her kim de kötü bir iş yaparsa kendi zararınadır. Rabbin zulmeden hiç kimsenin tövbesini kabul etmez.”[3]
Eğer böyle olmazsa yani insanın iradesi Yüce Yaratıcıya bağlı olmazsa, insan bağımsız olur, bu da, fillerdeki tevhid ve bütün varlıkların Allah'a ihtiyacı olması konusu ile uyum sağlamaz. Diğer yandan eğer insan mecbur olursa ve fillerde hiçbir etkisi olmazsa, bu da, Allah'ın emir ve nehiy etmesi, mükâfat ve ceza vaadinde bulunması, adalet ve hikmeti ile uyum içerisinde olmaz. O halde Kuran'ın ayetlerini bir bütün olarak ele alıp incelemek ve ayetler arasındaki uyumu bilmek gerekir ve Aksi takdirde cebre veya tefvize mubtela oluruz.
Bu konunun açıklaması, iki noktaya teveccüh etmeye bağlıdır:
A) İlletlerin (sebeplerin) bir malulde (sonuçta) bir araya gelmesinin kısımları;
B) İlahi iradenin itibarlarının çeşitleri.
A) İlletlerin (sebeplerin) bir malulde (sonuçta) bir araya gelmesi birkaç çeşit farz edilebilir: Var olan bir varlığın meydana gelişinde sadece bir sebebin etkili olması mümkündür. Örneğin bazı varlıkların, diğer hiçbir varlığın etkisi, ortaklığı ya da ona ihtiyaç olmaksızın direkt olarak yüce Allah'tan meydana gelişleri. İnsanın vehmettiği ve hayal ettiği şeylerin insanın nefsine bağlı oluşu da buna bir örnektir.
Diğer yandan bir varlığın meydana gelişinde birkaç tane sebep hep birlikte etkili olması mümkündür. Bu farz da birkaç çeşit tasavvur edilebilir:
1- Sebepler “ortak” şekilde etkili olabilirler. Terim olarak bu sebeplerin her birisine “nakıs illet” ve onların tamamına da “tam illet” denir. Örneğin suyun, ışığın, sıcaklığın, tohum, yerin ve çiftçinin bir bitkinin yeşermesinde oynadıkları rol. Bu farzda bu sebeplerin bir araya gelmeleri imkânsız değil ve hatta onların tamamın olmaları ve ortaklaşa bir araya gelmeleri o sonucun meydana gelmesinde gerekli olan bir şattır.
2- Sebeplerin birbirlerinin yerine geçebilecekleri bir şekilde etkili olmaları ve rol oynamaları. Örneğin bir uçağın hedefine ulaşması için sürekli hareket etmesindeki motorların oynamış oldukları roller. Öyle ki bir motorun gücünün bitmesiyle ve durmasıyla birlikte onun yerine diğer bir motor harekete geçiyor ve onun yerine geçişiyle uçak hiç durmadan hareket ediyor ve bu şekilde hedefine ulaşmış oluyor.
Bu farzda da sebeplerin ortaklaşa bir araya gelmelerinin hiçbir sakıncası yoktur. Hatta sonucun baki kalması için de gereklidir. Ama bu farzda sebeplerin arasında hiçbir şekilde özel bir bağımlılık yoktur. (Üçüncü farzın tersine.)
3- Sebeplerin, etki etmede birbirlerine bağlı olmaları. Ama kendilerinin var oluşlarında birbirlerinin arasında herhangi bir şekilde önceliğin olmaması. Örneğin irade, kast ve elin hareket etmesinin yazılan bir yazının meydana gelmesinde oynamış oldukları rol veya askerin komutanına uymasıyla meydana gelen etki.
Bu farzda da sebeplerin birbirlerine bağlı oluşları ve birbirlerine etkide bulunmaları hiçbir sakıncayı kendisiyle birlikte getirmez.
4- İki grup sebebin etkide bulunmaları. Terim olarak “iki tam illetin” bir sonuçta, bir etki etme yönünden bir araya gelmesi unvanıyla tabir edilir. Örneğin belirlenmiş bir yazının tamamının, bir kâğıdın belirlenmiş bir kısmına, iki tane yazıcı tarafından o bölüme yazılması. Ya da belirli bir bitkinin o sebepler toplamından (yer, çiftçi, tohum ve…) yeşermesi. Bu farzda “engelleme” öne çıkar ve böyle bir şeyin gerçekleşmesi imkânsızdır. Zira her birisinin işi diğerinin işine engel olur. Buna göre de diğer sebebin ya aslen herhangi bir katkı ve etkisi olmaz ki bu varsayımla yani bağımsız iki sebebin bir araya gelmesi konusuyla çelişir. Veya her birisi diğerinin işine engel olur ve bundan dolayı da aslen hiçbir iş meydana gelmez ve herhangi bir varlık oluşmayacaktır. Bu yüzden, bu farz, zati olarak imkânsız olan farzlardan olduğundan dolayı dışarıda hiçbir örneği bulunmamaktadır.
5- Sebeplerden birkaç grubun boylamsal olarak bir sonuçta etki etmeleri. Şöyle ki ortaya çıkışlarında ve varlıklarının aslında da birbirlerine öncelikli ve bağlıdırlar. Örneğin büyükbabaların, büyükannelerin, babanın ve annenin bir çocuğun var oluşunda oynamış oldukları rol.
Yukarıda geçen konu çerçevesinde, bir iş veya olgunun gerçekleşmesinde Allah'ın iradesiyle, diğer varlıkların ve insanın sebep olmalarının bir araya gelişi, hangi kısımdan olduğu belirlenmelidir. Eğer bu bir araya geliş birinci, ikinci ve üçüncü kısımdan olursa, insanın ve diğer varlıkların varlıksal olarak Allah'tan bağımsız oldukları manası ortaya çıkar. Bu da fillerdeki tevhid anlayışı ile çelişmektedir ve kabul edilemez. Dördüncü kısımdan da olamaz çünkü objektif hiçbir hiçbir örneği bulunmamaktadır ve zati olarak da imkânsızdır. İnsanın ve Allah'ın iradesini bir işte bir araya gelmesini imkansız bilenler, onu bu kısımdan zannetmişlerdir. Oysa insanın Allah'a bağlılığı düşünülmezse, insanın hiçbir varlığı yoktur. Neticede onun bağımsız bir fail olması ve Allah'ın yanında tam bir sebep hesaplanması anlamsızdır.
Neticede sadece son varsayım geriye kalmaktadır. Yani insanın iradesinin Allah'ın iradesinin ve onun fail oluşunun Allah'ın fail oluşunun boylamında yer almasıdır.[4] İradelerin boylamsal olarak bir araya gelmelerinin insanın seçme özgürlüğü ve iradesiyle çelişkisinin olmadığı konusunun anlaşılması için Allah'ın iradesinin kısımlarını incelememiz gerekir.
B) İlahi iradenin yönlerinin ve kavranış çeşitleri:[5] İlahi irade genel olarak iki kavranışla düşünülebilir: Zati irade ve fiili irade. Fiili irade de tekvini irade ve teşrii iradeye bölünür.
1- Zati irade: Yaratıklar ve onların Allah'la olan irtibatları düşünülmeden Allah'a isnat edilen iradedir. Zati irade, zatın kendisidir ve onun gereği, Allah'ın muhtar oluşu, başkası karşısında yenilmez oluşu ve diğer varlıklara karşı ihtiyaçsız oluşudur.
Bu yönde insan ve onun Allah'la olan irtibatının hiçbir etkisi yoktur. Nerede kaldı ki Allah'ın iradesinin insanın iradesiyle bir araya gelişi tasavvur edilebilsin.
2- (A) Allah'ın tekvini olan fiili iradesi: Allah'ın bu iradesi, O'nun kaza ve dış âlemde olan takdiridir.[6] Yani varlık âlemine hâkim olan düzenler, varlıkların ortaya çıkışının şekli ve onların fiilleri ile ilgilidir. Neticede bu irade egemenliğini her şeye kurmuş durumdadır. Yaratıkların yaratılışları ile farklı şekillerde tecelli etmektedir.
Bir parçası da insan olan varlık âleminde, Allah'ın tekvini iradesi hâkimdir. Hiçbir varlığın o iradenin egemenliğinden çıkabilme seçeneği yoktur. Nasıl ki yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: “İsteyerek veya istemeyerek, gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler.”[7]
Ve yine şöyle buyuruyor:
“Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Rahman'a gelecektir.”[8]
Allah'ın tekvini olan fiili iradesi gereği, insan irade sahibi ve seçme özgürlüğü olan bir varlık olarak yaratıldı. Kendisinden bu seçme özgürlüğü ve iradeyi kaldırma gücü de yoktur. İstese de istemese de seçme özgülüğü ve iradesi olmak zorundadır. Anne ve babasını, cinsiyetini ve tipini seçmede hiçbir etkisi olmadığı gibi bu özgürlük ve hür iradeden de yoksun olması düşünülemez, o mutlaka kendi yolunu kendisi seçmeli ve sonunda kendi seçimiyle kendi geleceğini ve özelliklerini oluşturmalıdır.
2 (B): Allah'ın teşrii olan fiili iradesi: Bu irade, irade sahibi ve seçme özgürlüğü olan insan için Allah'ın kanun koyma iradesidir. Şeriat belirleme ve kanun koymada hiç kimse Allah'la ortak değildir ve hiç kimsenin bir başka konun koyma ve veya Onun kanunlarını değiştirme yetkisi yoktur. Buna göre, melek, peygamber ve vasi o ilahi iradenin aynısını insanlara ulaştırmak zorundandırlar; onu eksiltmeden insanlara sunmaları gerekir. Allah işte bu bağlamda o iradeyi açıklama ve beyan etme iznini onlara vermiştir.
Ama bu kanunların icra edilmesinde insan o iradeye itaat ve isyan edebilir. Her ikisi de insana verilmiştir. İşte bu yüzden kendi güzel seçimi ile kendi iradesini yüce Allah'ın iradesiyle uyum içinde tutabilir, O'nun tekvini iradesine razı olarak O'nun kanun koyma iradesine tam bir şekilde itaat edebilir. Bu yöntemle saadetinin doruk nokrasını erişir ve ahiret huzur ve refahını elde edebilir.
“İman edip iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Rablerinin yanında onlara diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur.”[9] “Onlar, Allah'ın rızasının kendi rızalarına tercih ettikleri için, Allah da onlardan razı olur ve kıyamette ve cennette o kadar verir ki onlar kendilerinden yaptıklarından ve kendi Allah'larından razı olurlar.”[10]
Öyleyse insan, kendi seçme özgürlüğü ile Allah'ın irade ettiğini irade edebilir ve Allah'ın razı olduğu tekvini ve teşrii rızasına razı olabilir. Böylece Allah'ın onun için istediği ve beğendiği şey dışında hiçbir şeyi de istemez.[11] Buna göre insan Allah'ın tekvini ve teşrii iradesini irade ederek iradesini onun iradesiyle uyumlu kılabilir ve insanın bu iradesi, ilahi tekvini irade ve kudrete göre ona lütufta bulunulmuştur. Onun varlığı ve iradesi yüce Allah'ın varlığının ve iradesinin boylamında karar kılmıştır. Bu bir araya gelmenin hiçbir sakıncası yoktur ve hiçbir imkânsız olan bir şey meydana gelmeyecektir.
Zira bu bir araya gelme, iki tam sebebin bir sonuca sebep olması türünden olmadığı gibi insanın irade ve seçme özgürlüğü de kendisinden alındığı varsayılmaz. Sadece gerçekleşen şundan ibarettir ki Allah ona irade ve seçme özgürlü vermiş ve o da Allah’ın razı olduğu yolu seçerek bu iradesini kullanmıştır, böylece onun irade ettiği şey yüce Allah'ın iradesine mutabık olmuş oluyor.
Eğer insan isyan eder de Allah'ın teşrii iradesine muhalefet eder ve Allah'ın hoşlanmadığı bir işi yaparsa, yine de kendi seçme özgürlüğünü kullanarak böyle bir yolu seçmiş ve bu yaptığı ile kendisi için kötü bir akıbet hazırlamıştır. Ama onun bu muhalefeti yüce Allah'ın tekvini iradesinin dışında değildir. Zira Allah kendi tekvini iradesi ile insanı irade sahibi ve seçme özgürlüğü olan biri olarak yaratmış ve O'nun teşrii iradesine başkaldırma ve isyan etme gücünü ona vermiştir. İşte bu yüzden insanın Allah'a başkaldırması, insanın Allah'ın iradesine ve kudretine egemen ve galip olması manasına değildir. Zira Allah istediği her an bu iradeyi ve gücü asi ve biçare olan insandan alabilir. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Yoksa kötülükleri yapanlar bizden öne geçebileceklerini (galip geleceklerini) mi sandılar? Ne kadar kötü (ne yanlış) hüküm veriyorlar!”[12]
Neticede tekvini iradede ve kanun koymanın aslında, insanın kendisinden hiç bir iradesi yoktur. Buna göre iradelerin bir araya gelmesi diye bir şeyle karşı karşıya gelinmez. Teşrii iradenin icrasında da insanın iradesi tekvini olarak ilahi iradenin boylamında karar kılar.
İtaat etme durumunda, kendi iradesiyle irade ettiği şey, Allah'ın teşrii olarak irade ettiği şeyin aynısı olabilir böylece Yüce Allah'ın tekvini iradesine razı olmuş ve güzel seçimiyle mutlu bir sonu kendisi için hazırlamış olur. Eğer isyan ederse, yani yüce Allah'ın teşrii olarak irade ettiği şeyi kendi iradesi olarak karar vermezse, sadece kendi zararına bir iş görmüş, yaratılış âlemine ve Allah'a karşı da hiçbir sakınca doğurmamıştır. Zira Allah, tekvini iradesine göre ona muhalefet etme ve isyan etme gücü vermiş ve Allah kendi teşrii iradesiyle onu yoldan çıkmaması için uyarmıştır. Ama o kendi kötü seçimiyle uyarılara dikkat etmemiş ve kendisini Allah'ın gazaplandığı kimselerden etmiştir. Gerçi insan gururlanarak bu isyanıyla, Allah'ın iradesine galip geldiğini ve O'nun kudretini yendiğini düşünmektedir. Ama gerçek, bundan farklıdır. Zira o hiç bir zaman (hatta isyan halinde) Allah'ın hükümeti, kudreti ve iradesinin sınırlarından dışarı çıkmamış ve Allah'ın mukaddes zatından ihtiyaçsız olmamıştır.
Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Kendilerine bir iyilik dokunsa “Bu Allah'tan” derler; başlarına bir kötülük gelince de “Bu senden” derler. “Hepsi Allah'tandır” de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü lafı derinlemesine anlamıyorlar! Sana gelen her iyilik Allah'tandır; sana gelen her kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.”[13]
Elbette şu bir gerçek ki bu konuyu kavramak ve insanın seçme özgürlüğünün Allah'ın meşiyyetiyle ve yaratılış âleminin değişmez nizamıyla olan irtibatını tasavvur etmek zor bir konudur. İşte bundan dolayı vahiy ve Ehl-i Beyt (a.s) mektebinden kopup ayrılanlar, ya Mutezile gibi tefrite düşmüşler ve insanı kendi haline bırakılmış, her işi kendisinin yaptığını ve kendi fiillerinde irade sahibinin sadece kendisi olduğunu zannetmişlerdir; bu yüzden de onlara “Mufevviza” (İnsanın işlerinde kendi başına bırakıldığını savunanlar) denmiştir. Veyahut da Eşaire gibi aşırılığa düşmüşler ve insanı hiçbir işi yapamayan, mecbur, iradesi ve seçme özgürlüğü olmayan bir varlık olarak bilmişlerdir. Bu yüzden “Mucebbire” (Cebre inananlar) grubuna girmişlerdir.
Ama hakikat ve doğru yol, bu ikisinin arasındaki yoldur. Yani ne cebir ve zorlama vardır ve ne de insan kendi başına bırakılmıştır. Çünkü Allah'ın tekvini iradesi ile insanın fiili iradesi boylamsal olarak bir araya gelmektedir. Eğer insan itaat ederse, Allah'ın teşrii iradesi de insanın iradesiyle mutabık olur. Ama isyan ederse, insanın iradesi ve fiili Allah'ın hoşlanmadığı bir iş olmakla beraber bu, onun Allah'ın hükümranlığından ve saltanatından dışarı çıktığı ya da onun yüce Allah'ın kudretine ve iradesine galip geldiği manasına gelmez. Aksine sadece kendi seçme özgürlüğünü ve iradesini kötü yönde kullanarak ile Allah'ın rahmetinden dışarı çıkmış olur.
Daha fazla bilgi için şu kaynaklara bakınız:
Misbah Yezdi, Muhammed Taki, Akaid Dersleri, c1 – 2 İslam Tebliğ Teşkilatı baskısı, Kum, İkinci Baskı, 1991.
Misbah Yezdi, Muhammed Taki, Kuran Öğretileri, c1 – 3 Der Rahi Hak Müessesesi, Kum, İkinci Baskı, 1988 (s195-21, 33-147 ve 374-293).
[1] Tekvir Suresi: 29 İnsan Suresi: 30 ve 31
[2] Necm Suresi: 39
[3] Fussilet Suresi: 46
[4] Bakınız, Misbah Yezdi, Muhammed Taki, Akaid Dersleri, c1 ve 2 Ders, 19 s184 ve s 87-90 164-166
[5] Bakınız, age, s112-114 11. ders
[6] Bakınız, age, s180-187 19. ders
[7] Fussilet Suresi: 11
[8] Meryem, 93
[9] Şura Suresi: 22 Kaf Suresi: 35 Nahl Suresi: 31 Zumer Suresi: 34 Furkan Suresi: 16
[10] Mücadele Suresi: 22 Tevbe Suresi: 100 Maide Suresi:119 [10] Bkz. Beyine Suresi:8.
[11] Tevkir Suresi: 29 Dehr Suresi: 30
[12] Andebut Suresi: 4 Zumer Suresi: 51…
[13] Nisa Suresi:, 78-79