Gelişmiş Arama
Ziyaret
6300
Güncellenme Tarihi: 2010/06/01
Soru Özeti
Fakihin velayeti inancının kaç yıllık bir geçmişi vardır?
Soru
1. Fakihin velayetine inanmanın kaç yıllık bir geçmişi vardır? 2. Bu inanç tarihe ne zaman kaydedilmiştir? 3. İmamlar (a.s) veya Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından bu hususa hiç işaret edilmiş midir? 4. Bu husus Şii’lerin hadis ve sözlerinde zikredilmiş midir? 5. Ehlisünnetin hadis ve sözlerinde bu konuya işaret edilmiş midir?
Kısa Cevap

Fıkıhta içtihat makamına ulaşan bir kimse tarafından İslam toplumunu yönetmek anlamıyla fakihin velayeti konusu, bazılarının bakışında İslam düşünce tarihinde yeni bir olgudur ve bunun geçmişi iki asırdan daha azdır. Bu kimseler, fakihin fakih olması cihetiyle taşıdığı fetva ve yargı hakkına ek olarak, bir ülkeye veya İslam ülkelerine veyahut tüm dünya ülkelerine de hüküm etme ve önderlik etme hakkına sahip olması anlamında hiçbir Şii ve Sünni fakihin bu konuyu incelemediği iddiasını gütmektedirler. Ama bu hususta İslam düşünce tarihine özetle göz atacak olursak, Şii kültüründe gıyap döneminde toplumun yönetilmesinin kutsal şeriat sahibi tarafından adil fakihlerin yükümlülüğüne bırakıldığını ve bunun kesin ve kuşkusuz bir husus olduğunu görürüz. Bu yüzden bu konunun esası hakkında tartışmak yerine daha çok bunun getirileri ve gereklerine değinilmiş ve bu hususlar incelenmiştir. Şeyh Mufid gibi İslam dünyasının büyük fakihlerinin sözleri fakihin velayeti esasının kabul edildiğini yansıtmaktadır (fakihler gıyap döneminde masum imamlar tarafından İslam toplumunun işlerini idare etmekle görevlendirilmişlerdir) ve bin yıldan fazla geçmişi olan bu değerli sözler bugünde aynı şekilde aydınlığını sürdürmektedir.

Ayrıntılı Cevap

Fakihin Velayetinin Tarihsel Geçmişi

Fıkıhta içtihat makamına eren bir kimse tarafından İslam toplumunu yönetmek anlamıyla fakihin velayeti konusu, bazılarının bakışında İslam düşünce tarihinde yeni bir olgudur ve bunun geçmişi iki asırdan daha azdır. Bu kimseler, fakih olma cihetiyle fakihin fetva ve yargıçlık hakkına ek olarak, bir ülkeyi veya İslam ülkelerini veyahut tüm dünya ülkelerine hakimiyet sürmek ve onların önderliğini yapmak hakkı manasında hiçbir Şii ve Sünni fakihin bu konuyu incelemediği iddiasını gütmektedirler. Bunu iki asırdan az bir süre önce Fazıl Kaşani olarak meşhur olan ve Feth Ali Kacar’ın çağdaşı olan Merhum Molla Ahmet Neraki ortaya atmıştır. Bu iddianın devamında merhum Neraki tarafından bu meselenin dile getirilişinin nedeni, zamanın padişahını desteklemek olarak değerlendirilmiştir![1] Elbette Merhum Neraki zamanın padişahını teyit etmek isteseydi bunun en iyi yolu önceki bazı âlimlerin yöntemiyle (sultan Allah’ın gölgesidir)[2] gibi bir takım rivayetlere istinatta bulunması ve bu tür rivayetleri padişaha uyarlayarak ona itaat etmenin şer’i ve ilahi bir farz olduğunu söylemesiydi.[3] Şaha uyarlanması doğru olmayan bir sıfatla fakihi hâkim ve önder olarak değerlendirmesi gerekmezdi. Eğer onun ilkönce böyle bir makamı fakih için ispatladığı ve ardından bir fakih sıfatıyla şahın saltanatını onaylayarak kendisine şer’i bir meşruiyet verdiği söylenecek olursa, yolu bu şekilde uzatmanın ne gibi bir faydası olduğunu ve neden şahı direkt olarak tanrının gölgesi sıfatıyla tanıtmadığını ve ona itaat etmeyi farz saymadığını sorarız. Eğer onun da makam hırsı taşıdığı ve kendi asi eğilimini meşru kılmak için bu efsaneyi İslam’a isnat ettiği ihtimali dile getirilirse, bu arı, ahlak üstadı, şair ve arif fakihin hayat ve yönteminin bu tür iftira ve yüzeysel tahlillerden uzak olduğunu söylemek gerekir. Böyle iddialar ondan çok bunu öne sürenlerin geçmiş ve şimdiki durumlarıyla daha çok uyuşmaktadır. Eğer bilimsel bir araştırma olmaktan çok bir hayıflanmayı yansıtan bu hikâyeyi bir kenara bırakır ve bu hususta İslam düşüncesinin geçmişini özetle tarayacak olursak Şii kültüründe gıyap döneminde toplumun idaresinin kutsal şeriat sahibi tarafından adil fakihlerin yükümlülüğüne bırakıldığı hususunun kesin ve kuşkusuz bir konu olduğu görülecektir. Bu yüzden bu konunun esası hakkında tartışmak yerine onun getiri ve gereklerine değinilmiş ve onlar incelenmiştir. Merhum Şeyh Mufid (333 ya 314 – 338 h.k.) hicri dördüncü ve beşinci asırdaki Şia tarihinin büyük fakihlerindendir. O, el- Maknaa kitabının iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak babında iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın mertebelerini açıkladıktan sonra öldürmek ve yaralamak merhalesine tekabül eden en üst merhaleye varınca şöyle demektedir:  Yükümlü şahıs iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma durumunda öldürme veya yaralama hakkına sahip değildir. Bunu toplumun işlerini idare etmek ve yönetmek için atanmış sultan ve zamanın hâkimi yapabilir. Sonra kendisi bu konunun devamında şöyle demektedir: İlahi hadleri icra etme meselesi Allah tarafından atanmış İslami sultan ve hâkime bağlıdır. Bunlar da Muhammed’in ailesinden olan hidayet imamları ve imamların yönetici veya hâkim olarak atadığı kimselerdir. İmamlar imkân elverdiğinde bu konu hakkında görüş belirtmeyi Şii fakihler ve kendi takipçilerine bırakmışlardır.[4] Zalimlerin hâkimiyetinden kaynaklanan korkunun belirgin olduğu bu tabirlerde Şeyh Mufid (r.a) ilk önce Allah tarafından atanmış sultandan bahsetmekte ve onu iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırma yönünde öldürme ve yaralama konusunda karar veren mercii olarak saymaktadır. Ardından iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak konusunun açık örneklerinden sayılan hadleri uygulamak konusuna değinmekte[5] ve bu önemli işin Allah tarafından atanmış İslami sultanın yükümlülüğünde olduğu konusunu tekrar hatırlatarak bir işaretle onları şu şekilde tanıtmaktadır:

1. Allah’ın direkt bir şekilde İslam toplumunu idare etmek ve ilahi hadleri uygulamak için atadığı masum imamlar.

2. Masum imamların İslam toplumunu idare etmek ve siyasal önderlik etmek için atadığı yönetici ve hâkimler.

3. Bu önderlik ve ilahi hadleri uygulamak için masum imam tarafından atanmış Şii fakihler.

Bu şekilde Merhum Şeyh Mufid Şii kültüründe açık ve kesin olan masum imamların hâkimiyet ve önderliği konusuna belirgin bir şekilde ve siyasal işleri üstlenmek için bir birey sıfatıyla masum imamların atamış olduğu özel vekillere işaret etmektedir. Hz Ali (a.s) döneminde Maliki Eşter, imam-ı zamanın küçük gıyap dönemindeki dört vekili ve genel bir sıfatla bu hususları üstlenmek için onlar tarafından atanmış genel vekiller olan Şii fakihleri bunun örnekleridir. Elbette Şeyh Mufid Şii fakihleri için bu ilahi vazifeye göre amel etme imkânının muhtemelen olamayacağına da dikkat etmiştir. Bu yüzden “imkan dâhilinde” tabiri ile bu hususa işaret etmiş ve ardından bu imkanın fazla olduğu durumlara değinmiş ve şöyle demiştir: Eğer bir fakih kendi evlat ve hizmetçileri hakkında ilahi hadleri uygulayabilirse ve bu konuda zalim sultan ve hâkimden kendisine bir zararın gelmesinden korkmazsa, bunu icra etmelidir.[6] İnsanın yüzüne hüzün gözyaşları akıtan bu sözler İslam tarihinin birçok dönemindeki Şia’nın sağlam düşüncesinin mazlumiyetini göstermekte ve Ehlibeyt mektebinin düşünce ve kültüründeki “fakihin velayeti” konusunun açıklığını yansıtmaktadır. Ardından Şeyh Mufid ilahi hadlerin uygulanma imkanının başka bir şeklini dile getirmekte ve şöyle demektedir: Bu husus –hadlerin uygulanması- hâkim kimsenin atadığı kimseye -fakih- açık bir farzdır veya kendi tebaasından bir grubun önderliğini ona vermesidir. O halde o ilahi hadleri uygulamalı, şer’i hükümleri icra etmeli, iyiliği emretmeli ve kötülükten sakındırmalı ve kafirlerle cihat etmelidir[7]; yani eğer zalim bir sultan ve hâkim bir fakihi ilahi hadleri uygulayabilecek bir makama atarlarsa ve ona bir zarar gelmezse, bu işi yapması gerekir. Bu tabirlerde Merhum Şeyh Mufid dört meseleye işaret etmektedir:

1. İslam hâkiminin yetkilerinden olan İslami cezanın icra edilmesinden ibaret ilahi hadlerin uygulanması.

2. Tüm ilahi hükümleri kapsayan ve mutlak olarak tüm görevleri içeren hükümlerin icrası ve uygulaması. Bu esas uyarınca fakihin tüm toplumda ve toplumun alanlarında İslam’ın hâkim olması için çalışması gerekir.

3. Yüksek mertebelerinin İslami hâkimin yetkileri dâhilinde bulunan iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak meselesi. Merhum Mufid daha önce buna işaret etmişti.  

4. Savunmayı ve saldırıyı içeren kâfirlere karşı cihat ve mücadele etmek.[8]

Adından bir başka defa daha Şeyh Mufid belki de kabul edilmeyen her gerekçe ve makul olmayan her yorumun önünü almak için bu hususta bir söz daha söylemektedir: Muhammed ailesinin takipçileri olan fakihlerin şunları yapması gerekir: Eğer kendilerinin imkânı bulunuyorsa ve fesat ehlinin eziyetinden güvende iseler kendi kardeşleri ile Cuma namazları, bayram namazları, istiska, güneş tutulması ve ay tutulması namazlarında bir araya gelmeleri gerekir. Onlar kardeşleri arasında hak ile yargıda bulunmalı ve birbirleri ile aralarında ihtilaf bulunan ve hiç kimsenin kendi iddiasını ispatlamak için tanığı bulunmadığı durumlarda barış tesis etmelidirler. Onların İslam’da yargıçlar için belirtilmiş tüm hususları yapmaları gerekir. Zira imamlar kendilerinden nakledilmiş ve bilginler nezdinde sahih ve muteber olan rivayetler esasınca bu işi uygulama imkânının bulunması durumunda bunu onlara –fakihlere – devretmiştirler.[9] Burada Şeyh Mufid iki önemli meseleye işaret etmektedir:

1. Cuma namazı, Ramazan ve Kurban bayramı namazları ve istiska namazı ve dehşet namazı gibi namazların ikame edilmesi.

2. Hakemlik ve yargıçlık.

Şeyh Mufid bunların her ikisini de fakihlerin işlerinden saymakta ve bu hususta onların Ehlibeyt tarafından atandığını söylemekte ve kendi delilinin de rivayetler olduğunu bildirmektedir. Biz gelecek konularda fakihin velayetiyle ilgili olan bu rivayetlere detaylıca işaret edeceğiz. Ama burada şu noktayı açıklamakla yetiniyoruz: Ramazan ve Kurban bayramı namazları hakkındaki muteber rivayetlerde açıkça[10] ve Cuma namazı konusunda ise işaretle[11] adil imamın varlığı bir şart olarak belirtilmiştir. Bu yüzden bazı fakihler adil imamı masum imam olarak yorumlayarak bu namazı gıyap asrında farz bilmemiştir. Ama Şeyh Mufid bu namazların Şii fakihlerin görevleri olduğunu söyleyerek gerçekte onları adil imam olarak değerlendirmiştir. Bu husus kâfirlerle cihat etmenin fakihlerin vazifelerinden sayıldığı kendisinin önceki sözüyle de uyuşmaktadır. Zira bu söz en azından açıkça başlangıç cihadını kapsamaktadır ve rivayetlerde cihadın kendisine itaatin farz olduğu bir imamın varlığı şartıyla gerçekleşeceği belirtilmiştir.[12]  Bazı fakihler imamın sadece masum imam olduğunu ve başlangıç cihadının fakihin emriyle gerçekleşmesinin caiz olmadığını söylemiştir. Ama Şeyh Mufid, gıyap döneminde masum imamlar tarafından atanmış bir fakihin itaat edilmesi farz olan imamın bir örneği olduğuna ve kâfirler ile başlangıç cihadına teşebbüs edebileceğine inanmaktadır. Bu İslam dünyasının büyük fakihinin bütün bu sözleri fakihin velayeti esasını kabul etmeyi ve gıyap döneminde fakihlerin masum imamlar tarafından İslam toplumunun işlerini yönetmek için atandığını yansıtmaktadır. Üzerinden bin yıldan fazla zaman geçmiş olan bu değerli sözler henüz de aydınlığını korumaktadır. Elbette bazıları bu sözlerin ışıldamasını görmemekte veyahut görmek istememektedir.[13]

Fakihin velayeti hakkında daha fazla bilgi edinmek için: 2149 (Site: 2272), 20820 (Site: 20095), 39 (Site: 272) ve 6195 (Site: 6688) sayılı cevaplara müracaat edebilirsiniz.

İnşallah yanıtınızı alırsınız.

 


[1] Mehdi Hairi Yezdi, Hikmet ve Hukumet, s. 178.

[2] Meclisi, Muhammed Bakır, c. 72, s. 354, (كتاب العشرة، باب أحوال الملوك و ألامراء حديث 69). Elbette Hz. İmam Humeyni, bu rivayetleri veliyy-i fakih veya masum imamı içerleyecek şekilde tefsir etmiştir.

[3] Bu tür rivayetleri iki şekilde tefsir ettiklerini bilmek gerekir:

A. Hakimiyet ve devleti elinde bulunduran kimse, Allah’ın gölgesidir ve ona itaat etmek farzdır. Bu tefsir esasınca, hakimin özellikleri ve onun tarafından devleti ele geçirme tarzı, ona itaat etme konusuna müdahil değildir. Şüphesiz böyle bir tefsir, sultan ve meliklerin zevkiyle uyuşur ve mevcut durumu meşru kılar. 

B. Hakimiyet ve devleti ele geçiren kimsenin Allah’ın gölgesi olması gerekir; yani onun devleti ve şahsi özellikleri Allah ve şeriat tarafından onaylanır bir şekilde olmalıdır. Sadece İslam’ın kabul ettiği özellikleri taşıyan ve İslam’ın benimsediği bir şekilde devleti ele geçiren kimseye şeriat açısından itaat etmek lazım olur. Fakihin velayeti teorisi, kapsamlı şartlara haiz fakihi bu özellikleri taşıyan biri olarak tanıtmaktadır.  

[4] Şeyh Mufid, El- Maknaa, s. 810.

[5] Bazıları İslami ceza ve hadlerin uygulanmasının yargı alanına girdiğini ve fakihin yargı yetkisiyle ilgili olduğunu zannetmektedirler. Oysaki fıkıh literatüründe yargı, bireyler arasında hakemlik yapmak ve çekişmelerini halletmeyle ilgilidir. Suçlulara yönelik İslami cezaların uygulanması ise, toplumu yönetmek ve idare etmek anlamında fakihin velayetinin yetkisi dahilindedir.

[6] Şeyh Mufid, El- Maknaa, s. 810.

[7] a.g.e.

[8] Bu tabirden fakih tarafından başlangıç cihadının ilan edilebileceği anlaşılmaktadır. Bunun araştırılması başka bir fırsatı gerektirir ve biz gelecek sayfalarda özetle bu konuya değineceğiz.

[9] Şeyh Mufid, El- Maknaa, s. 811.

[10] Şeyh Hürr’ü Amuli, Vesailu’ş Şia, c. 5, s. 95 – 96, (كتاب الصلوة، ابواب صلوة العبد، باب 2 حديث1).

[11] a.g.e, s. 12 – 13,  (كتاب الصلوة، أبواب صلوة الجمعة و آدابها، باب).

[12] a.g.e, s. 32 – 35, (كتاب الجهاد، أبواب جهاد العدو، باب 12).

[13] Mehdi Hadevi Tahrani’nin Velayet Ve Diyanet kitabından iktibas edilmiştir., s. 67 – 74.

 

Diğer Dillerde Soru Tercümesi
Yorumlar
yorum Sayısı 0
Lütfen soruyu doğru giriniz
örnek : Yourname@YourDomain.com
Lütfen soruyu doğru giriniz
Lütfen soruyu doğru giriniz

Rastgele Sorular

En Çok Okunanlar