Please Wait
11997
Allah u Teâlâ'ya yönelik, ümit ile korkunun birlikte ve beraber oluşları, bazı yerlerde ve zamanlarda da mehabetin oluşu hiç de hayret verici bir durum değildir. Zira bu durum yaşamımızın her tarafını kapsamış, ancak biz bu durumdan, bu durumun şiddetli bir şekilde açık olduğundan dolayı gafiliz. Yolda yürümemizin bile (bizdeki) korkunun, ümidin ve mehabetin semeresi olduğuna, dikkat etmeliyiz. Zira eğer bir yerde ümidimiz söz konusu değilse, orada yürümemiz söz konusu olamaz. Yol yürümediğimiz takdirde kendi maksat ve hedefimize ulaşmamız imkânsızdır. Eğer korku olmazsa yol yürürken ihtiyat etmeyiz, ihtiyatsız yol gidersek zarar görürüz, dolayısıyla ve netice itibariyle yine hedef ve maksadımıza kavuşmamış oluyoruz. Bu durum taşıma araçlarında, elektrikli cihazlarda, ateş üreten vb. nesnelerde daha açık ve net bir şekilde kendini gösteriyor. Zira biz insanlar, bu tür araçlardan çok iştiyaklı bir şekilde yararlanmak istiyoruz. Ama eğer bu araçlardan yararlanmak istediğimiz esnada bizde korku yok ve dolayısıyla ihtiyata riayet etmiyor isek kendi elimizle hayatımızı tehlikeye atmış ve bir nevi kendi elimizle kendimizi yok etmek istemişiz anlamındadır.
Dolayısıyla hem Allah tan korkmamız hem Ona âşık olup ve Ona ümit bağlamamız gerekiyor. Zira Ona âşık olmak, Ona ümit bağlamak ve Ona mehabet duymak bir taraftan Onun hoşnutluğuna sebebiyet veren amilleri kazanmak için bizde, hareketliliği, çabalama ve yarışmayı meydana getiriyor. Ve nihai olarak da Allaha yönelik olan bu ilahi sevinç ve hoşnutluk bizi, Allahın, feyizlerine, bağışlamalarına, hem dünyevi hem de uhrevi nimetlerine müstahak kılar duruma getiriyor. Diğer taraftan Ondan korkmak ta, biz insanları gönül alçaklığa (huzu), huşua, Allaha itaat etmeye, Ona karşı isyankâr olmamaya ve kızgınlığına sebebiyet veren, azabını gerektiren bütün sebepleri terk etmeye sevk ediyor.
Faaliyet gösterme ve ekin ekme yeri olan bu dünyada, korku ile ümidin birlikte ve beraber olmaları, orta sınıf insanlar (avam) için ahrette, her çeşit rahatsızlıklardan uzak ve korkudan arî bir sükûnete neden oluveriyor. Bu dünyada ekeceği ekinler ve göstereceği faaliyetler ahrette semere verebilmesi için afetlerden korunmaya ve muhafaza etmeye muhtaçtır. Orası artık ekin ekme ve faaliyet gösterme yeri olmadığı gibi korunma ve muhafaza etmeye yeri değildir dolayısıyla korumaya da gerek kalmıyor.
Korku yalnız ve tek başına olursa yese, ümitsizliğe, kalbin ölümüne, solgunluğa ve üzgünlüğe neden oluyor. Ümit ve mehabet yalnız ve tek başına olursa, nefsin kandırılmasına, yersiz yere cesaretlenmeye ve nihayet günah işlemeye neden oluveriyor. Bu her iki durum da kötü ve istenilmeyen haletlerdir.
Korku, ümit ve mehabet vicdansal ve tarif etmeye ihtiyaç duymayan haletlerdir. İnsan birkaç durumda korkuya duçar oluyor: 1- namusunun, malının, canının tehlike ve her hangi bir zararla karşılaştığı durumlarda. 2- her hangi bir şeyin büyüklüğünün ve heybetliliğiyle karşı karşıya gediği durumlarda, 3- bir işi veya kendi akıbeti hakkında bir belirsizlik meydan gelir ve çıkmaz yolla karşı karşıya geldiği durumlarda ve…
Bir şeye yönelik bu durumların bütünü veya bir kaçı birlikte de olabilir. Mehabet duygusu ve ilgi duymak da birkaç şeyin ardından meydana geliyor: a) mahbupta (sevilen bir şeyde) güzellik ve cazibeli şeyler görüldüğünde, mahbuba karşı şekillenen yöneliş ve ona karşı gerçekleşen ilgi aslında o güzelliklere karşı duyulan ilgi ve ona karşı gerçekleşen yöneliş içindir. Şair bu aşkı boya (renk) ardından ve neticesinin de alçaklık olduğunu söylüyor. Ancak bu durum genel değildir. İlgi duyulan güzellikler geçici ve fani olan şeylerden olurlarsa şairin söylediği doğrudur. Ama eğer âşık olunan ve ilgi duyulan bu güzellikler ve kemaller ahlaki değerler veya vücutsal ve hakiki güzellikler ve kemaller olurlarsa bu aşk ve ilginin rengi gerçekleşir ve bu renk ardından gerçekleşen neticesi de alçaklık ve pişmanlık değil, belki hem renkliktir. Yani Âşık olunanın ve ilgi duyulanın hakikatin rengini almaktır. b) mahbuba muhtaç ve bağlı olduğunu ve kendi maksadına ulaşmak için ondan yararlanma hissi gerçekleştiğinde. Mehabet duyan böyleli bir muhip, mahbubu kendi ciheti için değil, bizatihi kendisi için istiyor. c) nimet sahibine karşı yapılan şükranlık hissi ardından doğan sevgi. Mehabet duyan muhip mahbup tarafından aldığı hibeler, bağış ve vergiler nedeniyle ona minnettar olmuş ve bu nedenle kendisine ilgi duymuş ve kendisi için sevimli duruma gelmiştir. d) mahbup muhibbinin kendisine yönelik olan mehabetine ve cazibesine taliptir. Bu talep kendi muhibbinin elinden tutup ve onu kendi rahmet kanatlarının altına alması ve… İçindir. Bir mahbuba yönelik olan sevginin gerçekleşmesi için birkaç amil birlikte olabiliyor olması da olanaklıdır.
Dikkat edersek bütün işlevlerimizde ve reaksiyonlarımızda bir tür korku, mehabet ve ümit birbiriyle yoğrulduğunu görüyoruz. Gerçi bazı yerlerde biri diğerine galebe çalmış ve her zaman bunlar aynı dengede olmayabilirler. Ama korku ve ümidin (mehabetin) birliktelikleri kaçınılmaz bir durumdur. Bu iki durum ve hal işlevlerimizde etkisini göstermektedirler. Her ne kadar biz bunların birlikteliklerinden, çok açık olduğundan dolayı gafiliz ise de. Ümit ve mehabet unsurları günlük işlere hata çok tehlikeli işlere yönelmemizi sağlayan ve onlara doğru hareket etmemize neden olan amillerdir. Korku ise yapmak istediğimiz işlerimizde ihtiyat yapmamıza, değerlendirmeye tabi tutmamıza, getirecekleri neticeleri ve getirileri üzerinde durmamıza ve ön hazırlıklarını yerine getirmemize neden oluyor. Ümit ve mehabet yalnız ve tek başına olmuş olsaydı, ihtiyat kenara itilecekti ve çok çabuk yok olmaya mahkûm olurduk. Korku yalnız ve tek başına olmuş olsaydı hiçbir iş yapmaya hata yemek yeme ve su içmeye koyulmayacatık. Zira bir damla akciğerimize ve bir lokma boğazımızda kalıp ölümümüze neden olabiliyor ihtimali her zaman var olmaktadır!
Bu nedenle Allaha yönelik olarak korkunun, ümidin ve mehabetin birlikte ve beraberce olmalarıyla alakalı, hayrete düşmek ve şaşkınlığı ibraz etmenin kendisi aslında şaşırtıcı ve hayret verici bir durumdur. Zira bu ibrazla biz kendimizi ve haletlerimizi daha tanımadığımıza ve ondan gafil olduğumuza delalet etmektedir.
Şöyle ki; Allaha yönelik olan korku, mehabet ve ümit insanlarda farklıdır. Bu farklılık bir taraftan kişilerin Allah ve Allahın cemali ve celali sıfatları ve onların dinin diğer öğretileri hakkında sahip oldukları bilgi seviyesinin, diğer taraftan geçmişte yapmış oldukları amelleriyle ve onların gelecekteki kendi güvence veya güvencesizlikleriyle alakalı sahip olduklar bilgi seviyesinin farklılığından kaynaklamaktadır. Allahın heybetine, büyüklüğüne ve Onun Celalliğine meczup veya geçmişteki yaşamlarında isyan etmiş, günah işlemiş, Rablerinin huzurunda Onun Rubuyet makamına karşı saygısızlık yapmış kimselerin korkusu, sahip oldukları mehabet ve ümitlerine galip gelmiştir. Allahın rahmetine cemaline meczup, hayatlarında ilahi bağışları denemiş, geçmiş yaşamlarında ihtiyat etmiş Rububiyet makamına karşı saygısını korumuş, eğer bazen ayakları kaymış ve günah işlemiş iseler de Allahın mağfiret ve tövbe kapısını açık görmüş ve gerçek tövbe yapmış kimseler ise, bir öncekilerin tersine mehabet ve ümitleri onların sahip oldukları korkularına galip gelmiştir. Bu ikisinin arasında yer almış geçmişte yapmış oldukları amellerinden ve kabul oluşlarından mutmain değil, hakeza Allahın azabından ve kahharlığından korku içinde oldukları halde Allahın affına ve keremine ümidi olan kimselerin ise korkuları, mehabet ve ümitleri arasında bir denge var ve bunlar için bütün bu haletler aynı derecededir. Ama çok önemlilik arz eden nokta şudur ki, insanların ekseriyetinde Allaha yönelik var olan bu sevgi ve korku onlarda var olan "hubbi nefs" ve menfaati celp etme ve zararları def etme güdüsünden kaynaklanmaktadır. Yani insanların çoğu Allahın ahretteki azabından ve oradaki Allahın feyizlerinden mahrum kalmasından, oradaki nimetlere ulaşmamsından, cennetin hoşnutluklarını, oradaki "huru'l-aynleri (huriler)" ve oradaki köşklerden mahrum kalıyor korkusundan Allaha yönelik mehabet, sevgi ve ümitlerini ibraz ediyorlar. Allahın cemal ve kemaline âşık ya celaline, izzetine ve büyüklüğüne veya her ikisine hayran kalan insanların sayısı çok azdır. Peygamberler (s.a.a.) ve vasiler (a.s.) dışında bu makama varmış kişilerin sayısı çok azdır.
İmam Ali (a.s.) kendi ebedilik kazanmış hikmetinde bu üç grubu şu şekilde tasvir ediyor: "bir grup insan Allah'ın bağışlarına ümit bağlayarak ibadet ediyor. Bu türden olan ibadet tacir olan kimselerin ibadetidir. Diğer grup korkudan ötürü Allaha ibadet ediyor. Bu türden olan ibadet köle olan kimselerin ibadetidir. Bir diğer grup şükranlarını yerine getirmek için Allaha ibadet ediyor. Bu ibadet türü ise özgür olan kimselerin yaptığı ibadetidir".[1]
Bu nedenledir ki, büyük âlimlerimizden bir kısmı şöyle buyurmuşlardır: İslam da öğretim ve eğitimin temel ilkelerinden birisi "mehabet"tir. Ahlakın eğiticisi ve öğreticisi olan kuranı kerim, ahlaksal faziletlerin en önemlisinin "mehabet" olduğunu kabul ediyor. İmam Sadık (a.s.) şöyle buyuruyor: "hak Teâlâ kendi peygamberini ilahi mehabetle terbiye etti".[2]
Korkutma (tahvif) ve teşvik (tebşir) meselesi kuranı kerim ve ehli Beytin (a.s.) rivayetlerinde çok zikir edilmiştir. Tebşir ve korkutma meselesi zayıf olan kişiler için "nihai merhale" sayılmakta ve orta halli kimseler için "öncül ve vesile" konumundadır. Ta ki, insanı ilk başta uyarma ve teşvik etme yoluyla ve daha sonra yavaş yavaş sevdirme yoluyla harekete geçirsin.[3] Bu nedenle Allaha yönelik olarak korku ve mehabetin beraber ve birlikte olmalarından dolayı hayret edilecek hiçbir durum söz konusu değildir. Zira korku ve ümidin birlikte olmaları, insanın terbiyesi ve onun yükselişi için gereklidir. Korku ile insan, günahlardan, helak edici şeylerden, Allahın azabına, gadebine ve kahharlığına neden olan şeylerden kendini koruyor, Allaha karşı yaptığı itaati, Ona karşı sahip olduğu huşu ve gönül alçaklığını daha da fazlalaştırıyor. Mehabetinden dolayı vacipleri ve nafileleri iştiyakla yerine getirir ve ilahi rahmete, bağışa ve (diğer) nimetlere neden olan şeyleri yerine getirmeye daha özenle yöneliyor. Özetle söylemek gerekirse, hayırları yerine getirmekte yarışmak, faziletlerle donanmak, şerlerden ve günahlardan korunmak, kötü sıfatlardan arınmak insanda var olan korku ve ümidin semeresidir. Bu gibi şeyler Allahın insanın yaratılışından gaye etmiş olduğu kemalin aynısıdır. Yani ilahi renge bürünmek, halifetullah makamına ulaşmak, uhrevi nimetler içinde rahatlamak, her çeşit rahatsızlıklardan ve ıstıraplardan kurtulmaktır. Allah u Teâlâ kuranı kerimde bu semereye defalarca işaret ederek şöyle buyurmaktadır "Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için Rableri katında mükâfat vardır; onlar korkuya uğramayacaklar, mahzun da olmayacaklardır."[4] Korku tek başına olursa kalbin ölümüne, üzüntüye, ümitsizliğe, tövbenin terk edilmesine, günahlarda boğulmaya ve nihayette dünyevi ve uhrevi azarlamalara yakalanmayı hak ediyor duruma geliyor. Mehabet de tek başına olursa, yersiz yerde cesarete, ömrün sonunda tövbe edecek ümidiyle günah işlemeye, yersiz yerde ilahi rahmete ve Allahın keremine ve lütfüne tema yapılmasına neden oluyor. Oysa rahmet ve refetti gerektiren sebepler kazanılmadan Allahın rahmeti ve lütfü beklenilemez. İmam Hüseyin Bu durumu göz önünde bulundurarak arefe duasında şöyle buyuruyor: "seni bir gözetleyici olarak görmeyen göz kör olsun, (kendisini mehabete müstahak edecek duruma getirmemiş ve dolayısıyla) sende onun için bir mehabet karar kılmadığın bir kimse, kendi sermayesini yok ediyor". Bu nedenle bu korku ve mehabetin semeresi ahirette şekilleniyor. Orası bu nimeti (korku ve mehabeti) korumayan veya ümitsizliğe düşmüş ve günahlarda boğulmuş ya kandırılmış ve hazırlık yapmamış kimseler için azarlama ve halis azap yeridir. Korku ile ümit arasında denge sağlayıp hem günah işlemekten sakınmış hem hayır işlemiş ve kendi ahireti için azık hazırlamış kimseler için de nimetlerin ve halis asayişin yeridir.
Daha fazla bilgi için ahlak kitaplarına, "havf (korku)" ve "rica (ümit)" veya "mehabet" ve "vilayet" konularına müracaat ediniz. Örneğin;
1- "Merahil-i Ahlak der Kura", Ayetullah Cevadi Amuli, s. 279- 240.
2- "Şerh-i Çıhıl Hadis", imam Humeyni (k.s.), s. 221-223; 481-484.
3- "Ahlak der Kuran", Muhammed Taki Misbah Yezdi, havf ve rica konusu.